28 Ekim 2010 Perşembe

KATİP

Evraklar, yazılması gereken yazılar, yazımı bitmiş sayfalar ve bunların arkasında; sandelyeye oturmuş, ufak tefek bir adam. Yani ben. Yolda görseniz, ilgi çekici bir yan bulamayıp başınızı çevirirsiniz. Konuşsanız, sonradan yüzümü hatırlamazsınız. Kısacası; önemsiz bir katip.
Ne bir din adamı, ne de bir şair olmadığımdan, yazma eylemim sadece önemsiz evraklardan ibaret. Bundan mutsuzmuyum? Sanırım hayır. Çünkü daha karanlık, daha kortutucu olan, o malüm işim için sadece bir paravan. Beni bu yazıyı yazmama iten de, iş ve yaptıklarım. Hikayeme sondan başlayacağım. Bunu büyük ihtimalle, nerde başladığımı unuttuğum için yapıyorum.
Kudüs; uğruna nice canların feda edildiği, daha bir çoklarının da feda olacağı, o kutsal şehir. Haçlılar burayı ele geçireli tam seksen sekiz yıl olmuş. Zorbalık, cinayet, sapkınlıkla dolu yıllar. Büyük adamların piyonları olsakta, sokakta ki hırıstiyan şovalyenin, ya da gölgeler için de ki müslüman suikastçinin hayali, tanrısına hizmet etmek.
O gece, şehrin gölgeleri arasın da bir hayalet gibi süzülürken, aklıma gelen düşünce de aynen bu. Acaba başka bir zamanda, başka bir yerde olsak o şovalyeyle arkadaşlık edebilirmiydik? Yakında doğacak çocuğumu ve bu şövalyelerin dedelerinin, belki de babalarının, yaptıklarını düşünüyorum. Hayır; ne koşulda olursa olsun bunu başaramayacağız. İnancımız bizleri birleştiriyor olabilir, ama dinlerimiz kesinlikle ayırıyor.
Yakınlarım da duyduğum ayak sesleriyle, bir anda duruyorum. Gecenin içinde, ellerindeki meşalelerle yolunu bulan iki muhafız, rutinliğin verdiği sıkıntıyla, konuşarak ilerliyor. Gecenin fısıltısıyla genç muhafızlara; ‘Acaba siz nerelerden geldiniz? Hangimizin ellerin de can vereceksiniz, bu koca hiç uğruna.’ diye soruyorum. Beni duymuyorlar. Duysalar ne cevap verceklerdi ki?
Yoluma devam ediyorum, o soğuk çöl gecesinde. Bir yarasa gibi sadece gecenin seslerini dinleyerek, görmeden.
Birkaç sokak ve duvarı aştıktan sonra, nihayet evindeyim. Beni görebilecek ne bir adam, ne de bir kadın olmadığının farkındalığıyla, rahatça pencereye tırmanıyorum. Çocukken ağaçlara tırmanmakta gösterdiğim çeviklik ve zerafetin günün birin de, bu türlü işlerde bana yardımcı olacağını asla bilemezdim. Bir örümcek gibi her boşluğu, ufacık pürüzü kavrayarak, çölün yıldızlı gecesin de, göğe doğru yükseliyorum. Ne ironik; bu topraklardan göğe yükselen tek ben olmamıştım. Onun gibi yükselmek yerine, zamanım geldiğinde en derinlere düşeceğimin farkındayım. Ellerim tanrı adına değil, Sultan adına kirlenmiş.
Odanın içi karanlık, tıpkı benim düşüncelerim gibi. Depo olarak kullanılan bir yerdeyim. Etrafta istiflenmiş eşyalar, düzensizce üst üste yığılı. Yerleşmeye pek fırsat bulamamış olacaklar, depodan çıktığım da etrafta pek eşya görünmüyor.
Sessizce ilerlemeye çalışırken, ‘Acaba; Azrail’in ayak sesleri duyulabilir mi?’ diye soruyorum kendi kendime. Bir kapıyla karşılaşıyorum. Yavaşça kapıyı açıp, cılız mum ışığıyla aydınlatılmış ufak odaya bakıyorum. ‘Daha yerleşememişler.’ Bu beni niye ilgilendiriyor du ki ? İşimi yaptığım da, buraya gelmemiş olmayı dileyecekler. Odanın ortasın da bir yatak, duvara yaslanmış ufak bir masa, yatağın hemen sol ucunda duran mum. Yatağın hafif gıcırtısı, gerileyip izlemem gerektiğini hatırlatıyor bana. Küçük bir beden, uykusun da kötü birşey görmüş olacak, rahatsızca yatakta dönüyor. Ufacık kafasını saran sim siyah saçları, o kız çocuklarına özgü masumiyeti, hala gözlerimin önünde. Diğer odalara doğru yöneldiğim de, aklımda sadece doğacak çocuğum var. ‘Bir gün onun babası da? Bu kız çocuğunun babası gibi... Tanrı bunu yazdıysa katlanmak zorunda.’
Kınından sıyırılan hançerim karanlığın içinde, sanki sonun hiçliğini getiren alet o değilmiş gibi parlıyor. Biliyorum ki bir sonraki odanın kapısını açtığım da, aradağım adamı bulacağım.

Hiç yorum yok: