Uzun zaman önce, belki de hiç yaşanmamış bir çağda, çok güzel bir kız yaşarmış. Her günbatımında uzun siyah saçları, soğuktan kızarmış yanakları ve deniz yeşili gözleriyle, sahildeki kayalıkların üzerinden ufka bakar, umutla hiç gelmeyen yolcuyu beklermiş.
Kayalıkların yakınlarındaki köyde yaşayanlar bir anda ortaya çıkan bu kızla nereden geldiğini, neden orada beklediğini, kimi beklediğini ve buna benzer pek çok soru sormuşlar. Kızdan hiçbir cevap alamamışlar. Yinede bu iyi insanların pes etmeye niyeti yokmuş. Böylece kızın sessiz bekleyişiyle birlikte, köylülerin uğraşları da günlerce ve günlerce sürüp gitmiş.
Sonunda kızın amansız bir hastalığın pençesinde olduğunu düşünen köylülerin sabrı taşmış. Onlara göre bu hastalık kızın bedeninde değil, ruhundaymış. Onu zorla da olsa köye getirmek, varsa hastalığının çaresi, deva bulmak istemişler. Bunun için de köyün gençlerinden ikisini kızı getirmeleri için seçmişler.
Hamurlarında zor olmayan bu iki delikanlının yüreği köyden, kayalıklara kadar olan yol boyunca daraldıkça daralmış. Her ne kadar yaşlılar dediyse de, kızın arzusu olmadan kolundan tutup götürmek istememişler. Onun için kızın yanına geldiklerinde diller dökmeye, tatlı sözlerle onu köye gelmesi için ikna etmeye çalışmışlar. Geldiklerinde üzerlerinde olan güneş, denize kavuşup kaybolurken onlar konuşmaya devam etmişler. Ne var ki kız dönüp onlara bakmamış bile.
Delikanlılar pes etmişler. Ellerinden geleni yaptıkları için yürekleri ferahmış. Kızın iki yanına geçip, kollarından tutmak için davranmışlar. Ancak tuttukları sadece boşluk olmuş. Şaşkın delikanlılar bir daha denemişler, bir daha denemişler ama sonuç aynıymış. Soluğunu duyabilecekleri kadar yakınlarında duran kız, tutamayacakları kadar uzaklarındaymış. Şaşkınlık ve korkuyla dolan delikanlılar köye koşup, olan biteni anlatmışlar. Yaşlılar yeniden baş başa verip düşünmüşler. O gece köyde kimse uyumamış.
Merak içinde geçen gecenin ardından gelen gün parlak olmuş. Yaşlılar da bunu verdikleri kararın doğruluğuna yormuşlar. Köy meydanında toplanan ahaliye kızın yüceler tarafından gönderildiğini söylemişler. Bundan sonra kıza ‘Ubele’ yani ‘Bekleyen Güzel Ruh’ demişler.
Ubele’ye giymesi için giyecek, yemesi için bir sürü yiyecek getirmişler. Kız giysileri giyip, yiyecekleri yemiş. Gerçi hiç biri onu ne yerken, ne de giyinirken görebilmiş. Aylar, haftalar geçmiş. Köylüler yiyecek getirmeye devam etmişler. Bulabildikleri en güzel kumaşlardan rengârenk elbiseler yapıp ona vermişler. Mevsimler gelmiş, yıllar geçmiş. Ama kız hep beklemiş.
Sonunda köyün yaşlıları toplantı düzenlemeye karar vermişler. On üç gün boyunca, on üç ailenin, on üç yaşlısı, kafa kafaya verip konuşmuşlar. Ubele’nin neyi beklediğini, niye beklediğini çözmeye çalışıp, durmadan tartışmışlar. Bir cevap bulamadıklarını anlayınca da ‘En iyisi kumların bilgesine gidelim. O bilir Ubele’nin neyi beklediğini’ demişler.
On üçü birden bilgenin yaşadığı yere; savrulup kulaklarına, gözlerine dolan kumların olduğu, rüzgârın hiç dinmediği, güneşin kavurup susuz bıraktığı vadiye gitmişler. Pek çoklarının, pek çok isimle andığı bu yere onlar ‘Kumlar Vadisi’ derlermiş. Yaşlı Cheyous burada yaşar, kum taneleriyle ve rüzgârla konuşurmuş. Köyün en yaşlısından daha yaşlı, ama en gencinden daha dinç görünen, sevimli bir ihtiyarmış. Rüzgârdan ve güneşten yanmış kap kara bir derisi, bembeyaz dişleri varmış. Kafasının üzerinde tek bir saç bile yokmuş. Ama simsiyah sakalında ne bir ak, ne de bir boşluk bulunurmuş. Sakalı öyle gürmüş ki, gülümsediğinde karanlığın içindeki yıldızlar gibi parlarmış dişleri. Yaşını belli eden tek şey, kum rengi gözlerindeki yılların verdiği bilgelikmiş.
Zorlu yolculuğun ardından on üç evin, on üç yaşlısı, on üç günün sonunda, kumların bilgesi Cheyous’u bulmuşlar. Birinci evin yaşlısı söze başlamış; “Ey rüzgârları dinleyip, kumlarla konuşan bilge”... “Savrulup, gözlerimize ve kulaklarımıza dolan kumlar içinden on üç günde geldik sana.” diye devam etmiş ikincisi. “Gökteki güneş bizi kavurup, susuzluktan öldürmek üzereyken geldik huzuruna.” diye eklemiş dudakları sıcaktan çatlamış olan üçüncüsü. “Yüceler bize bir kız yolladı.” demiş dördüncü. Beşincisi kafasını sallayıp “Ubele dedik ona. Kayaların üzerinde durup, hep beklediğinden.” diye devam etmiş dördüncünün sözüne. “Siyah uzun saçlı, deniz yeşili gözleri, beyaz teniyle çok güzel bir kız.” diye eklemiş altıncısı. “Öyle güzel ki; köyümüzün kızları güzelliğine iç çekiyor.” demiş yedincisi. “Delikanlıları aşkından şaşkına dönmüş, şarkılar, şiirler yazıp anlatmaya çalışıyorlar aşklarını.” diye lafa girmiş sekizincisi. Dokuzuncusu sıkılmış konuşmalardan “İşin kısası…” derken tamamlamış onuncusu sözünü “Sana danışmaya geldik.” diye. “Kız nerden geldi, nereye gider, kimi bekler bilmeyiz.” demiş on birincisi. “Bu kız kimdir, nedir sen bilirsin.” demiş on ikincisi. “Ne yapmamız gerek ona huzur vermek için? Bize yol göster Kumların Yaşlısı Bilge Cheyous.” diye umutla sormuş on üçüncüsü. On üçü de birden “Kumların Bilgesi yol göster bize.” diye tekrarlamışlar hep bir ağızdan.
Cheyous durup düşünmüş önce. On üç yaşlının, on üçüne de tek tek bakmış. Kumlara uzanıp çıkardığı bir testi suyu uzatıp yaşlılara, beklemiş içmelerini. Yaşlılar şaşırmışlar ellerinde tuttukları testinin küçüklüğü karşısında. Olsa olsa birine yetermiş testi içindeki su. Ne yapacaklarını bilemeden kalakalmışlar öylece. Bilge “İçin testiden suyu, bereketlidir hepimize yeter.” demiş. Yaşlılar da dediğini yapıp içmişler teker teker ufak testiden. Hepsi de susuzluklarını gidermişler bilgenin dediği gibi. Sonra on üçüncü Cheyous’a uzatmış testiyi. Bilge de kana kana içmiş testinin serin, güzel suyunu.
Sonra ters çevirip yere boşaltmış geri kalanını. Demiş ki “Siz on üç evin on üç yaşlısı. On üç gün tartışıp, on üç günde geldiniz huzuruma. On üçünüz anlattınız derdinizi ve ben cevap vereceğim şimdi uğuldayan rüzgârın, kayaları döven kumların huzurunda... Ubele dediğiniz güzel kız bahtsızların en bahtsızı, şanssızların en şanssızı. Çünkü Aşk’ın kendisi lanetlemiş onu. Yüz yıllardır oradan oraya savrulup duran Maia’dır gerçek adı. Aşkın kör gözleri onu görünce açılmış, dağınık düşünceleri ona odaklanmış, merhametsiz olan yüreği merhametle dolmuş ve Aşk’ın kendisi aşka düşmüş, bu kız için. Ama onunla beraber olamazmış, onu sevemezmiş. Çünkü o tüm aşklardır ve aşkların tümü odur. Kıza verirse kendi aşkını, Maia’nın ölümlü varlığı kaldıramazmış bu yükü. Cehennem alevlerinden daha sıcak, dondurucu soğuğundan daha soğuk, günahkârlara verilen cezaların en ağırından daha ağır bir cezaya mahkûm olurmuş ruhu. Onun için aşk düşünüp taşınmış ve karar vermiş sonunda. Böylece ona ‘özlem’i vermiş. Hiç bitmeyen, hiç gelmeyeceğe duyulacak özlemi. Onu kıskanıyormuş Aşk. Onun olmuyorsa kimsenin olmamalıymış. Çünkü Aşk bencillerin babasıdır. O günden sonra da Maia diyar diyar dolaşıp, hep gelecek diye o meçhul yolcuyu beklemiş. Hiç konuşmamış, uyumamış sadece beklemiş. Gittiği yerlerde ona isimler verilmiş, sonra bu isimler unutulup, kaybolmuş ama o hep beklemiş.”.
On üç yaşlı da iç çekip, kederlenmişler Maia’nın kaderine. On üçü birden sormuş yaşlı bilgeye “Şimdi bizim köyümüzde, kayaların üzerinden bakıp ufka, bekliyor hiç gelmeyecek olanı. Ubele dedik ona; ama öğrendik kadersizler kadersizi Maia olduğunu. Şimdi söyle bize ey bilge kişi. Ne yapmalı, ne etmeli de kurtarmalı şanssızlar şansızını bu acı kaderden?”.
Cheyous düşünmüş önce. Çünkü bilge kimseler düşünüp konuşurlarmış hep. Demiş ki “On üç evin, on üç yaşlısı. Bu testiden dökülen su kurumadan çıkın yola. On üç gün sürecek yolculuğunuz ve ben on üç gün, on üç testi su dökeceğim toprağa. On üçüncü günün sonunda on üç balta alıp, on üç meşe keseceksiniz. On üç meşeyi, on üç gelinlik kız, on üç damatlık delikanlı taşıyacak. Sahilde dizeceksiniz on üçünü yan yana. Bağlayacaksınız on üç ipi, on üç perçinle. On üç koyun kesip, yerleştireceksiniz yaptığınız salın üstüne. İtecek on üç çocuk adaklarla dolu salınızı suya. Dalgalar alıp götürecek onu uzaklara. On üç gün göremeyeceksiniz onu. Ama her gün on üç kız ve on iç delikanlı gidip sahile, bir avuç toprak atacak her biri denizin sularına. Bunları yaptığınızda ‘Suyun Görkemli Bakiresi’ gelecek size on üçüncü günün sonunda. Ona soracaksınız Maia’nın nasıl kurtulacağını. Çünkü Suların Bakiresidir kızların koruyucusu, belaların temizleyicisi, arınmanın timsali. Ben ancak bu kadarını söyleyebilirim. Şimdi çıkın yola testiden dökülen su kurumadan.”
On üç yaşlı böylece çıkmış yola. On üç gün sürmüş yolculukları. Sonunda köye varmışlar. Anlatmış Ubele olarak bildikleri Maia’nın kaderini. Ve anlatmışlar Kumların Bilgesi’nin söylediklerini. Sonra on üç balta alıp, on üç meşe kesmişler. On üç gelinlik kızla, on üç damatlık delikanlı taşımış meşeleri sahile. On üç ipi, on üç perçinle bağlamış, on üç koyunu kesip koymuşlar üzerine. On üç çocuk itmiş, adaklarla dolu salı denize. Dalgalar alıp götürürken izlemiş tüm köylüler yavaş yavaş kaybolan salı. On üç kız ve on üç delikanlı, bilgenin dediği gibi her gün sahile gidip birer avuç toprak atmışlar denize ve on üçüncü gün geldiğinde belirmiş ‘Suların Görkemli Bakiresi’, meşeden yaptıkları salın üzerinde. Usulca süzülmüş kıyıya, tüm ihtişamıyla.
Teni su, saçları rengârenk yosunmuş Suların Bakiresi’nin. Gözleri derinliklerin mavisi, dişleri inci, tırnakları deniz kabuklarıymış. Öyle güzelmiş ki, on üç yaşlı yemin etmişler ondan daha güzel bir şey görmediklerine. Sal kıyıya yanaştığında Suların Görkem’i gülümseyip, basmış ayağını toprağa. Adımladıkça kumsalı, arkasından deniz gelmiş tüm canlılığıyla. Topuklarının izinde denizin bin bir canlısı oynaşmış. Yosunlar kaplamış ayak izlerini.
Hayat veren durup on üç yaşlının karşısında dile gelmiş birden. “Siz toprağın ahalisi beni çağırdınız, derinlerdeki yurdumdan. Şimdi söyleyin isteğinizi ki, bedelini söyleyebileyim sizlere. Nedir benden isteğiniz?” On üç evin on üç yaşlısı bir adım öne çıkıp “Hayat veren suyun, bakir anası; bizlerin Ubele dediği, binlerce ismi olup, binlerce kez unutulmuş olan Maia içindi çağrımız. Aşkın lanetiyle yitmiş olan bu kadersiz varlığı kurtarmanın yolunu anlat ki, acılarını dindirip, ruhunu özgür kılabilelim.” demişler. Böylece razı olmuşlar ödeyecekleri bedele.
İstemiş Suların Görkem’i onlardan on üç gelinlik kızla, on üç damatlık delikanlıyı. Yaşlılar üzülmüş, anaların, kardeşlerin, babaların yüreklerine hasret acısı dolmuş; ama on üç gelinlik kızla, on üç damatlık delikanlı gelip eğilmişler kudretli varlığın önünde. Engin şefkatiyle bir ana gibi sarmış onları taze yosunlarla. Ne on üç yaşlı, nede on üç haneden bir kimse bilememiş onların akıbetlerini. Zaman acımasız akışına devam ederken insanlar unutmuş onları.
Okyanusların derinliklerindeki yurtlarında mutlu yaşamışlar her biri. On üç krallık kurmuş onlara Kudretli olan. On üç ülke vermiş yönetsinler diye. Ve onlar güzellikleriyle bilinen su halkı olmuşlar. Masallarda, efsanelerde bahsedilir onlardan. Sonsuz yaşamı bulan on üçün çocuklarından ve onların en bilgesi Ivy den.
Kudretli olan, bedeli ödendikten sonra on üç hanenin on üç yaşlısına anlatmış Maia’nın kurtuluşunu. “Toprakta yetişmemiş bu bitkiyi, on üç gün kurutup, on üç gün döveceksiniz. On üç gün karanlık bir yerde bekletip, suya karıştıracak ve bir boğaya içireceksiniz. Boğa on üç gün sonunda ölecek. Ölü boğayı kesip, kanını süzeceksiniz. Süzdüğünüz bu kanı, kadersiz olanın yiyeceğine katacaksınız. Sizin Ubele dediği, adı Maia olan, on üç saat sonra ölecek. Öldüğünde Aşkın dokuduğu özlem zincirlerinden kurtulacak yüreği. İşte o zaman sakız ağacı tomurcuklarından yapılan bu esanstan on üç damla damlatacaksınız ağzına. Bu burcu özüdür ona hayat verecek olan. On üç gün uyuyacak kayaların denizle buluştuğu yerde. Sular onu kucakladığında dönecek fani hayata.”
On üç yaşlı başlarını sallayıp “Yapacağız bunları Suların Görkemli Bakiresi. Ama merak ederiz hayata dönen Maia’nın kaderini.” demişler hep bir ağızdan. Sular gibi dingin olan konuşmuş o zaman; “Bir gün ölecek o da sizler gibi, ama uzun yaşayacak. Torunlarının torunlarını görecek. Çünkü o bin hayatın çilesini taşıdı uzun zaman. Bedeli ödenecek çektiklerinin, aşk ödeyecek son bedeli ve topraktan gelecek hep beklenip, hiç gelmemiş olan. İnsanların en bilgesinden daha bilge, en kurnazından daha zeki olana Botas diyecekler. Mutlu olacaklar bu hayatta. Soyları köyünüzün on üç hanesinin, on üçüyle karışacak. Felaketler gelip, tanrılar unutulduğunda, afetler yaşanıp, yaşam sonlandığında bir tek bu soy kalacak ayakta. Yeniden inşa edecekler dünyayı. Onlara “Andris halkı” denecek. Hüküm sürecekler bin yıl kadar. Sonra bölünüp, parçalanacaklar. Yıkılacak yapıtları, gömülecek toprak altına. Bilmeyecekler on üç yaşlı bilgeyi, bilmeyecekler Suların Görkemli Bakiresini. Bilmeyecekler yapılan fedakârlıkları ve bilmeyecekler hayata dönmüş olan Maia ile topraktan gelen Botas’ın aşkını ama Andris kanı akacak insanların damarlarında. Çağlar sonra Andris soyundan gelen kızlardan bazıları, Maia’ya benzeyecek. Onun gibi bakıp, onun gibi görecek. Ve onun gibi bekleyecekler mutluluğu. Sonra onlarda Botas gibi düşünüp, onun gibi seven delikanlılarla karşılaşacaklar. Bilmeyecekler mutluluklarının ve sevgilerinin kaynağının ne olduğunu. Sadece sevecek ve yaşatacaklar Maia ve Botas’ın aşkını.”.
On üç yaşlı, on üç damla gözyaşı dökmüş toprağa. Mutlu olmuşlar Maia’nın kaderine. Ve yapmışlar Kudretli olanın dediklerini. Kurtarmışlar Maia’yı özlem zincirlerinden. Sarılmış uyandığında on üç yaşlının boynuna tek tek. Dönüp sırtlarını denize, bakmışlar toprakla göğün birleştiği yere. Fazla beklemeleri gerekmemiş çünkü gelmiş sonunda, hiç gelmeyen yolcu. Mutlu bir hayatları olmuş yıllarca. Torunlarının torunlarını görmüşler ve sonra onlar da karışmışlar toprağa. Anıları kalmış sadece. Onlar da solup gitmiş, unutulmuş geçen zamanda. Onlardan doğan Andris halkı bin yıllık bir uygarlık kurmuş Yenidünya’ya afetlerden, felaketlerden sonra. Roma demişler bu uygarlığa. O da dağılıp parçalanmış, gömülmüş zamanın kara topraklarına.
Şimdi kimse hatırlamıyor onları. Ama ben hatırlıyor ve anlatıyorum hiç gelmeyecek olanla, Maia’nın yaşadıklarını. Damarlarımda hissediyorum çünkü Botas’ın kanını, onun sevdasını. Maia’nın gözlerine sahip olan okuduğunda bu anlattıklarımı, bilsin istiyorum ona gitmek için ne uzun yollardan yürüdüğümü. Ve Maia’nın hayata döndüğü bu günde, ekimin on üçü denilen bu tarihte, ona veriyorum tüm kalbimle artık masal olan bu gerçeğin anlatısını. Gerçek kılabilsin istiyorum çünkü Maia ve Botas’ın aşkını.
Kayalıkların yakınlarındaki köyde yaşayanlar bir anda ortaya çıkan bu kızla nereden geldiğini, neden orada beklediğini, kimi beklediğini ve buna benzer pek çok soru sormuşlar. Kızdan hiçbir cevap alamamışlar. Yinede bu iyi insanların pes etmeye niyeti yokmuş. Böylece kızın sessiz bekleyişiyle birlikte, köylülerin uğraşları da günlerce ve günlerce sürüp gitmiş.
Sonunda kızın amansız bir hastalığın pençesinde olduğunu düşünen köylülerin sabrı taşmış. Onlara göre bu hastalık kızın bedeninde değil, ruhundaymış. Onu zorla da olsa köye getirmek, varsa hastalığının çaresi, deva bulmak istemişler. Bunun için de köyün gençlerinden ikisini kızı getirmeleri için seçmişler.
Hamurlarında zor olmayan bu iki delikanlının yüreği köyden, kayalıklara kadar olan yol boyunca daraldıkça daralmış. Her ne kadar yaşlılar dediyse de, kızın arzusu olmadan kolundan tutup götürmek istememişler. Onun için kızın yanına geldiklerinde diller dökmeye, tatlı sözlerle onu köye gelmesi için ikna etmeye çalışmışlar. Geldiklerinde üzerlerinde olan güneş, denize kavuşup kaybolurken onlar konuşmaya devam etmişler. Ne var ki kız dönüp onlara bakmamış bile.
Delikanlılar pes etmişler. Ellerinden geleni yaptıkları için yürekleri ferahmış. Kızın iki yanına geçip, kollarından tutmak için davranmışlar. Ancak tuttukları sadece boşluk olmuş. Şaşkın delikanlılar bir daha denemişler, bir daha denemişler ama sonuç aynıymış. Soluğunu duyabilecekleri kadar yakınlarında duran kız, tutamayacakları kadar uzaklarındaymış. Şaşkınlık ve korkuyla dolan delikanlılar köye koşup, olan biteni anlatmışlar. Yaşlılar yeniden baş başa verip düşünmüşler. O gece köyde kimse uyumamış.
Merak içinde geçen gecenin ardından gelen gün parlak olmuş. Yaşlılar da bunu verdikleri kararın doğruluğuna yormuşlar. Köy meydanında toplanan ahaliye kızın yüceler tarafından gönderildiğini söylemişler. Bundan sonra kıza ‘Ubele’ yani ‘Bekleyen Güzel Ruh’ demişler.
Ubele’ye giymesi için giyecek, yemesi için bir sürü yiyecek getirmişler. Kız giysileri giyip, yiyecekleri yemiş. Gerçi hiç biri onu ne yerken, ne de giyinirken görebilmiş. Aylar, haftalar geçmiş. Köylüler yiyecek getirmeye devam etmişler. Bulabildikleri en güzel kumaşlardan rengârenk elbiseler yapıp ona vermişler. Mevsimler gelmiş, yıllar geçmiş. Ama kız hep beklemiş.
Sonunda köyün yaşlıları toplantı düzenlemeye karar vermişler. On üç gün boyunca, on üç ailenin, on üç yaşlısı, kafa kafaya verip konuşmuşlar. Ubele’nin neyi beklediğini, niye beklediğini çözmeye çalışıp, durmadan tartışmışlar. Bir cevap bulamadıklarını anlayınca da ‘En iyisi kumların bilgesine gidelim. O bilir Ubele’nin neyi beklediğini’ demişler.
On üçü birden bilgenin yaşadığı yere; savrulup kulaklarına, gözlerine dolan kumların olduğu, rüzgârın hiç dinmediği, güneşin kavurup susuz bıraktığı vadiye gitmişler. Pek çoklarının, pek çok isimle andığı bu yere onlar ‘Kumlar Vadisi’ derlermiş. Yaşlı Cheyous burada yaşar, kum taneleriyle ve rüzgârla konuşurmuş. Köyün en yaşlısından daha yaşlı, ama en gencinden daha dinç görünen, sevimli bir ihtiyarmış. Rüzgârdan ve güneşten yanmış kap kara bir derisi, bembeyaz dişleri varmış. Kafasının üzerinde tek bir saç bile yokmuş. Ama simsiyah sakalında ne bir ak, ne de bir boşluk bulunurmuş. Sakalı öyle gürmüş ki, gülümsediğinde karanlığın içindeki yıldızlar gibi parlarmış dişleri. Yaşını belli eden tek şey, kum rengi gözlerindeki yılların verdiği bilgelikmiş.
Zorlu yolculuğun ardından on üç evin, on üç yaşlısı, on üç günün sonunda, kumların bilgesi Cheyous’u bulmuşlar. Birinci evin yaşlısı söze başlamış; “Ey rüzgârları dinleyip, kumlarla konuşan bilge”... “Savrulup, gözlerimize ve kulaklarımıza dolan kumlar içinden on üç günde geldik sana.” diye devam etmiş ikincisi. “Gökteki güneş bizi kavurup, susuzluktan öldürmek üzereyken geldik huzuruna.” diye eklemiş dudakları sıcaktan çatlamış olan üçüncüsü. “Yüceler bize bir kız yolladı.” demiş dördüncü. Beşincisi kafasını sallayıp “Ubele dedik ona. Kayaların üzerinde durup, hep beklediğinden.” diye devam etmiş dördüncünün sözüne. “Siyah uzun saçlı, deniz yeşili gözleri, beyaz teniyle çok güzel bir kız.” diye eklemiş altıncısı. “Öyle güzel ki; köyümüzün kızları güzelliğine iç çekiyor.” demiş yedincisi. “Delikanlıları aşkından şaşkına dönmüş, şarkılar, şiirler yazıp anlatmaya çalışıyorlar aşklarını.” diye lafa girmiş sekizincisi. Dokuzuncusu sıkılmış konuşmalardan “İşin kısası…” derken tamamlamış onuncusu sözünü “Sana danışmaya geldik.” diye. “Kız nerden geldi, nereye gider, kimi bekler bilmeyiz.” demiş on birincisi. “Bu kız kimdir, nedir sen bilirsin.” demiş on ikincisi. “Ne yapmamız gerek ona huzur vermek için? Bize yol göster Kumların Yaşlısı Bilge Cheyous.” diye umutla sormuş on üçüncüsü. On üçü de birden “Kumların Bilgesi yol göster bize.” diye tekrarlamışlar hep bir ağızdan.
Cheyous durup düşünmüş önce. On üç yaşlının, on üçüne de tek tek bakmış. Kumlara uzanıp çıkardığı bir testi suyu uzatıp yaşlılara, beklemiş içmelerini. Yaşlılar şaşırmışlar ellerinde tuttukları testinin küçüklüğü karşısında. Olsa olsa birine yetermiş testi içindeki su. Ne yapacaklarını bilemeden kalakalmışlar öylece. Bilge “İçin testiden suyu, bereketlidir hepimize yeter.” demiş. Yaşlılar da dediğini yapıp içmişler teker teker ufak testiden. Hepsi de susuzluklarını gidermişler bilgenin dediği gibi. Sonra on üçüncü Cheyous’a uzatmış testiyi. Bilge de kana kana içmiş testinin serin, güzel suyunu.
Sonra ters çevirip yere boşaltmış geri kalanını. Demiş ki “Siz on üç evin on üç yaşlısı. On üç gün tartışıp, on üç günde geldiniz huzuruma. On üçünüz anlattınız derdinizi ve ben cevap vereceğim şimdi uğuldayan rüzgârın, kayaları döven kumların huzurunda... Ubele dediğiniz güzel kız bahtsızların en bahtsızı, şanssızların en şanssızı. Çünkü Aşk’ın kendisi lanetlemiş onu. Yüz yıllardır oradan oraya savrulup duran Maia’dır gerçek adı. Aşkın kör gözleri onu görünce açılmış, dağınık düşünceleri ona odaklanmış, merhametsiz olan yüreği merhametle dolmuş ve Aşk’ın kendisi aşka düşmüş, bu kız için. Ama onunla beraber olamazmış, onu sevemezmiş. Çünkü o tüm aşklardır ve aşkların tümü odur. Kıza verirse kendi aşkını, Maia’nın ölümlü varlığı kaldıramazmış bu yükü. Cehennem alevlerinden daha sıcak, dondurucu soğuğundan daha soğuk, günahkârlara verilen cezaların en ağırından daha ağır bir cezaya mahkûm olurmuş ruhu. Onun için aşk düşünüp taşınmış ve karar vermiş sonunda. Böylece ona ‘özlem’i vermiş. Hiç bitmeyen, hiç gelmeyeceğe duyulacak özlemi. Onu kıskanıyormuş Aşk. Onun olmuyorsa kimsenin olmamalıymış. Çünkü Aşk bencillerin babasıdır. O günden sonra da Maia diyar diyar dolaşıp, hep gelecek diye o meçhul yolcuyu beklemiş. Hiç konuşmamış, uyumamış sadece beklemiş. Gittiği yerlerde ona isimler verilmiş, sonra bu isimler unutulup, kaybolmuş ama o hep beklemiş.”.
On üç yaşlı da iç çekip, kederlenmişler Maia’nın kaderine. On üçü birden sormuş yaşlı bilgeye “Şimdi bizim köyümüzde, kayaların üzerinden bakıp ufka, bekliyor hiç gelmeyecek olanı. Ubele dedik ona; ama öğrendik kadersizler kadersizi Maia olduğunu. Şimdi söyle bize ey bilge kişi. Ne yapmalı, ne etmeli de kurtarmalı şanssızlar şansızını bu acı kaderden?”.
Cheyous düşünmüş önce. Çünkü bilge kimseler düşünüp konuşurlarmış hep. Demiş ki “On üç evin, on üç yaşlısı. Bu testiden dökülen su kurumadan çıkın yola. On üç gün sürecek yolculuğunuz ve ben on üç gün, on üç testi su dökeceğim toprağa. On üçüncü günün sonunda on üç balta alıp, on üç meşe keseceksiniz. On üç meşeyi, on üç gelinlik kız, on üç damatlık delikanlı taşıyacak. Sahilde dizeceksiniz on üçünü yan yana. Bağlayacaksınız on üç ipi, on üç perçinle. On üç koyun kesip, yerleştireceksiniz yaptığınız salın üstüne. İtecek on üç çocuk adaklarla dolu salınızı suya. Dalgalar alıp götürecek onu uzaklara. On üç gün göremeyeceksiniz onu. Ama her gün on üç kız ve on iç delikanlı gidip sahile, bir avuç toprak atacak her biri denizin sularına. Bunları yaptığınızda ‘Suyun Görkemli Bakiresi’ gelecek size on üçüncü günün sonunda. Ona soracaksınız Maia’nın nasıl kurtulacağını. Çünkü Suların Bakiresidir kızların koruyucusu, belaların temizleyicisi, arınmanın timsali. Ben ancak bu kadarını söyleyebilirim. Şimdi çıkın yola testiden dökülen su kurumadan.”
On üç yaşlı böylece çıkmış yola. On üç gün sürmüş yolculukları. Sonunda köye varmışlar. Anlatmış Ubele olarak bildikleri Maia’nın kaderini. Ve anlatmışlar Kumların Bilgesi’nin söylediklerini. Sonra on üç balta alıp, on üç meşe kesmişler. On üç gelinlik kızla, on üç damatlık delikanlı taşımış meşeleri sahile. On üç ipi, on üç perçinle bağlamış, on üç koyunu kesip koymuşlar üzerine. On üç çocuk itmiş, adaklarla dolu salı denize. Dalgalar alıp götürürken izlemiş tüm köylüler yavaş yavaş kaybolan salı. On üç kız ve on üç delikanlı, bilgenin dediği gibi her gün sahile gidip birer avuç toprak atmışlar denize ve on üçüncü gün geldiğinde belirmiş ‘Suların Görkemli Bakiresi’, meşeden yaptıkları salın üzerinde. Usulca süzülmüş kıyıya, tüm ihtişamıyla.
Teni su, saçları rengârenk yosunmuş Suların Bakiresi’nin. Gözleri derinliklerin mavisi, dişleri inci, tırnakları deniz kabuklarıymış. Öyle güzelmiş ki, on üç yaşlı yemin etmişler ondan daha güzel bir şey görmediklerine. Sal kıyıya yanaştığında Suların Görkem’i gülümseyip, basmış ayağını toprağa. Adımladıkça kumsalı, arkasından deniz gelmiş tüm canlılığıyla. Topuklarının izinde denizin bin bir canlısı oynaşmış. Yosunlar kaplamış ayak izlerini.
Hayat veren durup on üç yaşlının karşısında dile gelmiş birden. “Siz toprağın ahalisi beni çağırdınız, derinlerdeki yurdumdan. Şimdi söyleyin isteğinizi ki, bedelini söyleyebileyim sizlere. Nedir benden isteğiniz?” On üç evin on üç yaşlısı bir adım öne çıkıp “Hayat veren suyun, bakir anası; bizlerin Ubele dediği, binlerce ismi olup, binlerce kez unutulmuş olan Maia içindi çağrımız. Aşkın lanetiyle yitmiş olan bu kadersiz varlığı kurtarmanın yolunu anlat ki, acılarını dindirip, ruhunu özgür kılabilelim.” demişler. Böylece razı olmuşlar ödeyecekleri bedele.
İstemiş Suların Görkem’i onlardan on üç gelinlik kızla, on üç damatlık delikanlıyı. Yaşlılar üzülmüş, anaların, kardeşlerin, babaların yüreklerine hasret acısı dolmuş; ama on üç gelinlik kızla, on üç damatlık delikanlı gelip eğilmişler kudretli varlığın önünde. Engin şefkatiyle bir ana gibi sarmış onları taze yosunlarla. Ne on üç yaşlı, nede on üç haneden bir kimse bilememiş onların akıbetlerini. Zaman acımasız akışına devam ederken insanlar unutmuş onları.
Okyanusların derinliklerindeki yurtlarında mutlu yaşamışlar her biri. On üç krallık kurmuş onlara Kudretli olan. On üç ülke vermiş yönetsinler diye. Ve onlar güzellikleriyle bilinen su halkı olmuşlar. Masallarda, efsanelerde bahsedilir onlardan. Sonsuz yaşamı bulan on üçün çocuklarından ve onların en bilgesi Ivy den.
Kudretli olan, bedeli ödendikten sonra on üç hanenin on üç yaşlısına anlatmış Maia’nın kurtuluşunu. “Toprakta yetişmemiş bu bitkiyi, on üç gün kurutup, on üç gün döveceksiniz. On üç gün karanlık bir yerde bekletip, suya karıştıracak ve bir boğaya içireceksiniz. Boğa on üç gün sonunda ölecek. Ölü boğayı kesip, kanını süzeceksiniz. Süzdüğünüz bu kanı, kadersiz olanın yiyeceğine katacaksınız. Sizin Ubele dediği, adı Maia olan, on üç saat sonra ölecek. Öldüğünde Aşkın dokuduğu özlem zincirlerinden kurtulacak yüreği. İşte o zaman sakız ağacı tomurcuklarından yapılan bu esanstan on üç damla damlatacaksınız ağzına. Bu burcu özüdür ona hayat verecek olan. On üç gün uyuyacak kayaların denizle buluştuğu yerde. Sular onu kucakladığında dönecek fani hayata.”
On üç yaşlı başlarını sallayıp “Yapacağız bunları Suların Görkemli Bakiresi. Ama merak ederiz hayata dönen Maia’nın kaderini.” demişler hep bir ağızdan. Sular gibi dingin olan konuşmuş o zaman; “Bir gün ölecek o da sizler gibi, ama uzun yaşayacak. Torunlarının torunlarını görecek. Çünkü o bin hayatın çilesini taşıdı uzun zaman. Bedeli ödenecek çektiklerinin, aşk ödeyecek son bedeli ve topraktan gelecek hep beklenip, hiç gelmemiş olan. İnsanların en bilgesinden daha bilge, en kurnazından daha zeki olana Botas diyecekler. Mutlu olacaklar bu hayatta. Soyları köyünüzün on üç hanesinin, on üçüyle karışacak. Felaketler gelip, tanrılar unutulduğunda, afetler yaşanıp, yaşam sonlandığında bir tek bu soy kalacak ayakta. Yeniden inşa edecekler dünyayı. Onlara “Andris halkı” denecek. Hüküm sürecekler bin yıl kadar. Sonra bölünüp, parçalanacaklar. Yıkılacak yapıtları, gömülecek toprak altına. Bilmeyecekler on üç yaşlı bilgeyi, bilmeyecekler Suların Görkemli Bakiresini. Bilmeyecekler yapılan fedakârlıkları ve bilmeyecekler hayata dönmüş olan Maia ile topraktan gelen Botas’ın aşkını ama Andris kanı akacak insanların damarlarında. Çağlar sonra Andris soyundan gelen kızlardan bazıları, Maia’ya benzeyecek. Onun gibi bakıp, onun gibi görecek. Ve onun gibi bekleyecekler mutluluğu. Sonra onlarda Botas gibi düşünüp, onun gibi seven delikanlılarla karşılaşacaklar. Bilmeyecekler mutluluklarının ve sevgilerinin kaynağının ne olduğunu. Sadece sevecek ve yaşatacaklar Maia ve Botas’ın aşkını.”.
On üç yaşlı, on üç damla gözyaşı dökmüş toprağa. Mutlu olmuşlar Maia’nın kaderine. Ve yapmışlar Kudretli olanın dediklerini. Kurtarmışlar Maia’yı özlem zincirlerinden. Sarılmış uyandığında on üç yaşlının boynuna tek tek. Dönüp sırtlarını denize, bakmışlar toprakla göğün birleştiği yere. Fazla beklemeleri gerekmemiş çünkü gelmiş sonunda, hiç gelmeyen yolcu. Mutlu bir hayatları olmuş yıllarca. Torunlarının torunlarını görmüşler ve sonra onlar da karışmışlar toprağa. Anıları kalmış sadece. Onlar da solup gitmiş, unutulmuş geçen zamanda. Onlardan doğan Andris halkı bin yıllık bir uygarlık kurmuş Yenidünya’ya afetlerden, felaketlerden sonra. Roma demişler bu uygarlığa. O da dağılıp parçalanmış, gömülmüş zamanın kara topraklarına.
Şimdi kimse hatırlamıyor onları. Ama ben hatırlıyor ve anlatıyorum hiç gelmeyecek olanla, Maia’nın yaşadıklarını. Damarlarımda hissediyorum çünkü Botas’ın kanını, onun sevdasını. Maia’nın gözlerine sahip olan okuduğunda bu anlattıklarımı, bilsin istiyorum ona gitmek için ne uzun yollardan yürüdüğümü. Ve Maia’nın hayata döndüğü bu günde, ekimin on üçü denilen bu tarihte, ona veriyorum tüm kalbimle artık masal olan bu gerçeğin anlatısını. Gerçek kılabilsin istiyorum çünkü Maia ve Botas’ın aşkını.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder