28 Ekim 2010 Perşembe

Ders Seçme İşlemi for Dummies

Otamasyon ve ders seçme işlemiyle ilgili olarak, çoğunuz sıkıntı yaşıyorsunuz. Yararlı olabilecek bir kaç bilgiyi sizinle paylaşacağım.

1) Bölümümüze yeni katılan arkadaşların öncelikle otamasyon şifrelerini alması gerekiyor. Güzel Sanatlar Fakültesi Öğrenci işlerinden alamazsanız, Bilgi İşlem dairesinden şifrenizi alabilirsiniz. Telefon numarası uludag.edu.tr adresinde mevcut.

2) Geçtiğimiz yıllarda ancak harç bedelini ödedikten sonra otamasyondaki "Ders Alma" başlığının içeriği görüntülene biliyordu. Ancak bu yıl parayı ödememiş olsanız da dersleri seçe biliyorsunuz. Bu sizi yanıltmasın. Daha sonra sorun yaşamamak için paranızı yatırın. Zaten Öğrenci İşlerine dekontun bir kopyasını teslim etmek zorundasınız. Ayrıca Kayıt Yenileme dönemi dışında gidip bankaya harç yatıramazsınız. Kendinizi zor duruma sokmayın!

3) Bu iki aşamayı geçtikten sonra iş dersi seçmeye geliyor. Genelde yaşanan sorun; "Ben hangi dersi alacağım? Bir sürü ders var. Ay ben ne yapacağım? Ben birinci (ikinci, üçüncü ve ne yazık ki dördüncü sınıfım. Çünkü hala otamasyonu çözemeyen arkadaşlarım var.) sınıfım, hangisini seçmeliyim?" gibi panik cümleleriyle birlikte gelişen, iş göremezlik hali. Bunun çözümü oldukça basit. Bölümümüzde SEÇMELİ DERS bulunmuyor. Bu demek oluyor ki sınıfınıza ait dersleri bulursanız yanlış ders seçme ihtimaliniz yok.

Peki sınıfınıza ait dersleri nasıl anlamanız bekleniyor? Bunun cevabı otamasyonun içinde gizli. Ders alma bölümünde gördüğünüz derslerin her birinin yanında hangi döneme ait oldukları yazıyor. Güz döneminde olduğumuz için tek haneli rakamlarla karşılaşmanız doğal.

Birinci Sınıflar başında "1" olan dersleri, İkinci sınıflar "3" olan dersleri, Üçüncü sınıflar "5" olan dersleri ve Dördüncü sınıflar "7" olan dersleri seçmeleri gerekiyor.

Eğer bu kafanızı karıştırdıysa ders kodlarına bakarakta hangi dersin hangi sınıfa ait olduğunu çöze bilirsiniz. Tiyatro Tarihi ve Düşüncesi dört yıllık bir ders olduğundan, örnek olarak bu dersi seçmekte yarar var.

DERS KODU DERS ADI

GSO1005 TİYATRO TARİHİ VE DÜŞÜNCESİ I

GSO2011 TİYATRO TARİHİ VE DÜŞÜNCESİ III

GSO3007 TİYATRO TARİHİ VE DÜŞÜNCESİ V

GSO4005 TİYATRO TARİHİ VE DÜŞÜN. VII

Bu örnekte ders koduna dikkat ediniz.

GSO"1"005 tırnak içine aldığım sayı, hangi sınıfa ait olduğunu gösteren sayıdır. Bu tırnak işlemini diğer örneklere uygulayarak hangi sınıfa ait olduklarını şimdi siz çözünüz.

4) Dördüncü sınıf öğrencileri ders alma işlemi sırasında ilginç bir manzarayla karşılaşıyorlar. Aşağıda bu örneği durumu göre bilirsiniz.

GSO4013NT DİPLOMA ÇALIŞMASI I

GSO4013AH DİPLOMA ÇALIŞMASI I

GSO4013ZGK DİPLOMA ÇALIŞMASI I

GSO4013BÇ DİPLOMA ÇALIŞMASI I

GSO4013BYG DİPLOMA ÇALIŞMASI I

Aynı dersten beş adet mevcut. Ancak bu durum görüldüğü gibi değil. Yine der kodunu tırnaklayarak size bu durumu anlatmak istiyorum.

GSO4013"NT". Bu demek oluyor ki bu dersi veren hocamız Prof. Dr. Nurhan Tekerek. Eğer Diploma çalışmanızın danışmanı Nurhan Hoca ise bu dersin başına tik koyuyor ve diğerlerini boş bırakıyorsunuz. Bu diğer hocalarımız içinde geçerli. Eğer Ayhan Hoca sizin diploma çalışması danışmanınız ise ona tik atıyor ve aynı isimli diğer dersleri boş bırakıyorsunuz.

5) Alttan ders almak zorunda olan arkadaşlar bu madde de size gelsin. Eğer not ortalamanız (GANO) 1.8'in altında ise üst sınıftan ders alamazsınız. Bu durum sınıf tekrarı demek oluyor. Ancak tekrar etmeniz gereken sınıftaki tüm dersleri tekrar almanız gerekmiyor. Sadece kalmış olduğunu dersleri almanız yeterli. Bu konu da ayrıntılı bilgi için "Sınıf Geçmek - Kalmak for Dummies" kitabıma baka bilirsiniz.

Not ortalaması (GANO) 1.8'in üzerinde olanlarsa üst sınıftan derss alabiliyor. Ancak alabilecekleri kredi yükü o sınıf için belirlenmiş olan ile sınırlı. Yani o sınıfta bulunan derslerin, örneğin üçüncü sınıf derslerinin tamamını alabilirsiniz. Ancak Diğer sınıflara ait bir dersi alamazsınız. Bu durumda bir tercihte bulunmanız ve altan bir ders almak ile üstten bir ders almak arasında bir seçim yapmanız gerekiyor. Şunu unutmayın ki neyi seçerseniz seçin müfredatta olan dersleri vermeden bu fakülteden mezun olamazsınız.

Not Ortalaması (GANO) 2.5'in üzerinde olanlarsa en şanslı grup. Bunlar zorunlu kerdi yükünün üzerine +6 kredi daha alabiliyorlar. Bu da altta kalan bir iki hatta üç dersi üst dönem dersleri içersinde alabileceksiniz. Buradaki tek koşul alacak olacağınız dersin, sizin üst sınıf proramınızla çakışmaması. Çakışma durumunda yine bir tercihte bulunmanız gerekiyor.

Bana gelen sorular ve sorun olabilme potansiyelindeki durumları değerlendirerek yaptığım bu çalışma umarım işinize yarar. İyi çalışmalar.

NOT: Her ne kadar bu yazıyı bu gün, yani ders alma işlemi bittikten sonra yazıyor olsam da elbet bir gün işinize yarayacağını unutmayın.

İTİRAZLAR

Sizin gibi olmamı istiyorsanız, boşa uğraşmayın olmayacağım.
Benden rahatsızsanız, boşa uğraşmayın değişmeyeceğim.

Diyorsanız; "Ama doğru bu!", göremeyebilecek olabileceğimi kabullenin, benim sizleri kabullendiğim gibi.
Diyorsanız; "Ama ben haklıyım!" durumu farklı değerlendire bileceğimi kabullenin, benim sizi kabullendi...ğim gibi.

Hep siz benden istediniz, bense yalvarıyorum size.
Bırakın artık yaşayım yargılanmadan, yanlış anlaşılmadan ...
Çünkü korkuyorum dönüşebileceğim yaratıktan.


-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*


Biliyorum pek çoğunuz şaşıracaksınız.

Yinede söyleyeyim.

Ben de "İnsan"ım.
...Ben de üzülüyorum. Ben de kırılıyorum. Ben de öfkeleniyorum. ...
Üzerime gelindiğinde ben de bunalırım.
Benim de sizler gibi nefes almaya ihtiyacım var!

Artık biliyorsunuz işte.

Ben de "İnsan"ım.
Ben de kötü şiir yazabilirim. Ben de sevebilirim. Ben de ağlayabilirim. ...
Keyiflendiğimde ben de şarkı söylerim.
Benim de altından kalkamadığım yükler var!

...Şimdi söyleyin lütfen. Bende tıpkı sizler gibiysem.
Okyanusları içip, dağları deviremiyor, yıldızları yerinden sökemiyorsam.
Ne bekliyorsunuz benden?

DİL VE YABANCILAŞTIRILMA

Eski dünyadan, yeni dünyaya insan uygarlıkları, devlet yapılanmaları, sanat, edebiyat, din, düşünce, ticaret, kısacası insanoğlu dil ile var olmuş ve olacaktır. İnsani olarak nitelenen tüm değerlerin taşıyıcısı ve aktarıcısı olan dil, ancak insanlığın sonuyla nihayete erecektir. Öyleyse varlığıyla, varlığımızın ayrılmaz bir parçası olan dil nedir?
İlk çağlarda, dünyayı algılamaya çalışan, öğrenen ve doğası gereği bunu paylaşma ihtiyacında olan insan, varlığının etrafında uçuşan “şey”leri soyutlayarak “dili” var etmiştir. “Maddeyle, düşünülen şey arasında sürekli gidip gelen süreçte ortaya çıkan “dil”, soyutun bir ifadesi olan simgeler aracılığıyla, sesler ve sözcüklerle ifade edilen, insanın oynadığı bir başka “oyun”dur.”[1]
Yaşanılan coğrafya ve yaşam tarzı insan topluluklarının oluşturdukları dillerde farklılık yaratan en önemli etkendir. Kısacası bir topluluk ancak kendi dünyası ile sınırlı bir dil oluşturabilir. Onun için dilleri gelişmiş ya da az gelişmiş olarak nitelendirmek doğru değildir. Üç yüz veya dört yüz kelimeyle konuşan ilkel kabilelerin diliyle teknoloji, sanayi ve kültür alanında büyük hamleler yapmış, önemli eserler ortaya koymuş, gelişmiş ülkelerin dili, mukayese bile edilemez. “Her dil, kendi konuşucusunun “dünyası” kadar gelişmiştir. Dolayısıyla kendi konuşucusu için yeterlidir.”[2]
Lakin gelişen ve farklılaşan dünya şartları, var olan dilleri etkilemektedir. “Dilin değişmeye ve gelişmeye meyilli olduğu bir gerçektir. Yeryüzünde diğer dillerle ilişki kurmayan hiçbir dil yoktur. Dünyada konuşulan bütün diller birbirleri ile sıkı ilişki içerisindedir. Bu diller arası bağ, ister istemez dillerin birbirlerini etkilemelerine yol açar. Sonuç olarak, bir başka dilin etkisi altında kalan dilde bazı değişiklikler meydana gelir. Bu değişiklikler dilin her alanında, yani leksik (kelime varlığı), morfoloji (şekil bilgisi) ve sentaks (söz dizimi) alanlarında görülebilir. Dillerin birbirlerinden kelime alıp vermesi, tabiî ve kaçınılmaz bir olaydır.”[3] Ancak bu alış veriş her zaman iyi niyetli olmamaktadır. Diğerinin içerisine sızarak yer edinen bir dil, girdiği dilin başkalaşmasına, yozlaşmasına ve sonunda yok olmasına neden olacaktır. Türkçe için söz konusu olan durum budur.
Son zamanlarda gündemde olan “küreselleşme” dil alanında da kendini göstermektedir. Küreselleşme diğer kültürler ile daha rahat ilişki kurmak, var olan birikimleri paylaşmak olarak ele alınırsa, bunun dil üzerinde kötü bir etkisi olacağından bahsetmek doğru olmayacaktır. Ancak küreselleşme “herkesin birine benzemesi” olarak algılanıyorsa, diller için endişe verici bir durum ortadadır.
Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün söylemiş olduğu şu sözler, dilde böyle bir bozunma yaşanırsa kaybedilecek olanın ne olduğunu anlatması bakımından oldukça anlamlıdır. “Millî duygu ile millî dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî duygunun gelişmesinde başlıca etkendir.”
Özellikle ekonomik ve siyasal güç açısından dünyayı egemenliği altına almış olan güçler, fiziki sömürgeleştirmedense, dünya çapında yürüttükleri “kültürel yozlaştırma” politikasıyla kitlelere kendi düşün sistemlerini dayatarak, fahri vatandaşlar yaratmaktadır. Tarihte pek çok kez tekrarlanmış olan bu duruma Türk tarihinden bir örnek verebiliriz.
“Tanzimat Fermanı sonrası çok sayıda öğrenci Fransa’ya gönderilmiş, ancak bu gençler birer sömürge aydını olmaktan öteye gidememiştir. Geri döndüklerinde de günlük yaşantılarında Fransızca konuşur hale gelmişlerdir. Bu dönemin analizini en iyi yapanlardan birisi de bir Japon uzmandır. Bu uzman Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’na dönemi şu şekilde yorumluyor “1860’larda Osmanlı Devleti dünyanın en büyük devletlerinden biriydi ve de bir takım sorunlarına rağmen dağılacağı da ihtimal dâhilinde değildi. O dönemde Japonya’dan resmi görevli birisi İstanbul’a gelir. Ve bakar ki bu tatlı su monşerleri, bu sahte aydınlar aralarında Fransızca konuşmaya başlamış; manzara odur ki, burası yakında dağılacak”. ”[4] Nitekim Osmanlı yönetici ve aydınlarının kültürel yozlaşması, idareci ve halk arasındaki bağı tamamen kopartmış, İmparatorluğu kaçınılmaz olan yıkıma götürmüştür.
Bir zamanlar Fransızcanın hâkimi olduğu güç, geçen son yüz yılda İngilizcenin eline geçmiştir. Özellikle ekonomisi zayıf ve siyasi arenada yeterince erke sahip olmayan Türkiye gibi ülkeler, Amerikan ve İngiliz kültürünün, dilinin yoğun saldırısına maruz kalmaktadır. Özellikle yanlış eğitim politikaları, kitlesel iletişim devlerinin yanlış yayınları ve yönlendirmeleri Türkiye Türkçesine ovunmaz yaralar açmıştır.
Son yıllarda işyerleri, alışveriş merkezleri, toplu konut yerleşmeleri, oteller ve dükkân adlarında, yabancı isim kullanımının giderek artması oldukça düşündürücüdür. Pek çoğu Türk işletmeci tarafından kurulmuş büyük firmaların isimleri de İngilizcedir. Örnek verecek olursak; Little Big, Big Star, Marko Delli, Conan Jeans, Lee, LC Waikiki, Rodi, Tifanny, Galleria, Atrium, Clup Filipper, Tecno Fresh gibi ünlü markaları sayabiliriz. Rainbow Kasabı, Kadir Has Center, Dürüm Land, Cafe Beyzade, Galaxy Alışveriş Merkezi, Ev Shop, Yeşil Plaza, Vatan Computer gibi yarı Türkçe isimler, CoonDra (Kundura), Mardini (Mardin), Velini (Veli), Efendy (Efendi), Eskidji (Eskici), Laila (Leyla), Kiosk (Köşk), Ramsey (Remzi) gibi Türkçeden bozma yabancı isimler, Sakashi (Salih Kaya isminin ilk heceleri ile Japon malı havasını veren ‘shi’ eki), Yu-Ma-Tu (Yunus, Mahmut ve Tuncer isimli üç kardeşin isimlerinin ilk heceleri), BEMS (Baba, Emine, Mustafa ve Sabri isimlerinin ilk harfleri) gibi yabancı havası verilen isimlerde dilin yozlaşmasıyla ilgili çarpıcı örneklerdendir.
Konuşma dilinin bozulmasını da, içeriksiz ve yanlış yayınlara, çağımız Türk insanının aceleciliğine ve bilinçsizliğe bağlayabiliriz. Popüler kültürün ortaya koyduğu üretimler yanlış yönlenmenin altını çizmekte ve pekiştirmekte, hatta gidişe katkıda bulunmaktadır. Kazanç kaygısıyla pek çok yayın kuruluşu Türkçeyi niteliklerine uygun olarak konuşan kişilerden çok, kanalın seyredilme oranını artıracak kişilerin sunucu olarak halkın karşısına çıkartmaktadır. Bu durumda halkın yanlış yönlenmesi kaçınılmazdır.
Sonuç olarak dil ait olduğu milletin tarihi ve kültürel mirasıdır. Var oluşuyla bir ayna, dünyaya ve evrene açılan bir penceredir. Bir başka dilin yozlaştırmasıyla, o çerçeve önüne çizilmek istenen tablo, düşüncenin ve ilerlemenin önüne geçecek büyük bir engel olacaktır. Kendi gözleriyle gören bir millet muhasır medeniyetler seviyesine erişmek yolunda büyük bir adım atmış olacaktır.
[1] Doç. Dr. Nurhan Tekerek “Oyun Kavramı’ndan Drama’ya Drama’dan Dramatik Eğitime” Ankara Üni. Dil ve Tarih-Coğrafya Fak. Tiyatro Araştırmaları Dergisi Yıl: 2006 Sayı: 22
[2] Prof. Dr. Mustafa UĞURLU ile Günebakan ve “Türkçe” üzerine.. Bağımızın Güneşi. Sanat ve Edebiyat Dergisi 1, 1 Mart 2006, Muğla Üni. Edebiyat Topluluğu, Muğla, s. 15-20.
[3] Doç. Dr. Fatma ÖZKAN Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı Yıl: 2004 Sayı: 30
[4] Doç. Dr. Yaşar ONAY Yıl: 2007 İnternet Yayını

MAHSUR

Lokomotifin raylar üzerinde ilerleyişi duyulur. Ardından frens sesi ve insanların çığlıkları duyulur. Çarpışma sesininin akabinde yardın çığlıkları gelir. Bir süre sonra bunlarda duyulmaz olur. Radyo sesi duyulur. Frekans düzgün olmadığından cızırtılı bir sestir bu. Müzik yayını olduğu anlaşılır. İki taşın bir birine çarpışından çıkan ses beraberinde ufak ışık çakmalarını getiri. Sahne ateşi yakmakta olan adamın üzerinde lokal olarak yavaşça aydınlanır. Adamlardan biri ateşin başında oturmaktadır. Işık alanının hemen dışında elindeki radyoyu havaya kaldırmış olansa yayın yakalamak için uğraşmaktadır.
I. ADAM - Başardım. Ama ateşi beslememiz gerek. Birşeyler duyabilidin mi?
II. ADAM - Hay... Yok! Hiç bir şey duyulmuyor.
I. ADAM - Mutlaka birilerinin haberi olmuştur.
II. ADAM - Bilmiyorum. Gerçi bu dağ başında bizi kurtarmaları zaman alır.
I.ADAM - Eğer...
II. ADAM - Eğer bizi bulamazlarsa başımızın çaresine bakmamız gerekecek.
I.ADAM - Yiyecek hiç birşeyimiz yok.
II. ADAM - En azından ateşi yakmayı başardın. Yarın sığınak bulmalıyız. Tedbirli davranmakta yarar var.
I.ADAM - Kaç saat oldu gideli?
II. ADAM - Üç saatten fazla.
I.ADAM - Umarım birşeyler bulmuştur. Bileğin nasıl?
II. ADAM - İdare eder. Artık ağrımıyor ama şişti. Keşke ben de onunla gitseydim.
I.ADAM - Birşeyler bulursa geleceğini söyledi.
II. ADAM - Onu tanıyor musun?
I.ADAM - Hayır. Neden sordun?
II. ADAM - Sadece merakettim. Tanımadığın birine bu kadar kolay güvenebiliyorsun. Sence de şimdiye gelmiş olması gerekmez miydi?
I.ADAM - Trenin halini sen de gördün. Tam bir kaos. Zaman alacaktır.
II. ADAM - (Kendi kendine) Bir Polyanna daha...
I.ADAM - Anlamadım?
II. ADAM - Önemli değil.
I.ADAM - Birşey mi biliyorsun?
II. ADAM - Ne hakkında?
I.ADAM - Onun hakkında. Bu kadar şüphelendiğine göre...
II. ADAM - Bu seni rahatsız mı etti? Kusurabakma benim güven dolu arkadaşım ama ben insanlara güven gibi yüksek değerlere sahip değilim. Büyük ihtimalle şu anda bulduğu şeyleri tıkınıp duruyordur. Biz de gelecek mi gelmeyecek mi diye kendimizi yiyip dururuz. Onunla gitmemekle hata ettin.
I.ADAM - Birinin seninle kalamsı gerek diye düşündüm.
II. ADAM - Ben deki de şans. En lazım olduğu zamanda yürüyemiyorum.
I.ADAM - En azından hayattasın.
II. ADAM - Şimdilik. Gerçi bir iki gün buarada geçirelim bu eşekilde düşünmeye devam edecek misin merak ediyorum.
I.ADAM - Sen olsan...
II. ADAM - Şu an empati kuracak halde değilim. Söyleyecek olduklarımı da beğenmeye bilirsin. Neden ona güvendik ki?
I.ADAM - Göreceksin birazdan gelir. Ateşi beslemeliyim.
I. Adam yerinden kalkıp ışık alanının dışına doğru yürümeye başlar. II. Adam bir gülmeye başalar.
I. ADAM - Neden gülüyorsun?
II. ADAM - Bu kadar çabuk değişebileceğini, sözlerimi bu kadar açıkça anlayabileceğini düşünmemiştim. Hadi git ve arkadaşına katıl. Yaralı bir adamla uğraşmaktan, bir boğaz daha beslemektense iki kişi rahat rahat yaşarsınız.
I.ADAM - Yakacak birşeyler bulmaya gidiyorum. Seni bırakacak değilim.
II. ADAM - Öyle diyorsan!
I.ADAM - İhanete filan mı uğradın sen? Birilerinin karşılıksız yardım edebileceğini neden kabul etmiyorsun? Hele ki böyle bir durumda. Senin gibileri anlayamıyorum. Paylaşmak, yardım etmek, güven. Daha pek çok değer sizin için birer küfür. İnsanoğlu bu kadar kötü mü? Sizin dediğiniz kadar aciz durumdamıyız?
II. ADAM - Değil miyiz? Etradına bir baksana. İçinde yaşadığımız şu dünyaya...
Ateş sönmeye yüz tutmuştur. Konuşma sürdükçe ışık yavaş yavaş azalır.
I.ADAM - Bakmadığı mı mı düşünüyorsun. Senin gibi insanlarla dolup taşan, onlar tarafından sömürülen, tecavüze uğrayan dünyayı bilmediği mi mi sanıyorsun? Umudun yittiğini söylüyorsunuz. Ama yanılıyorsunuz. Hepimiz için umut var. Korkuyorsun şimdi. Çünkü eğer senin yerinde ben olsaydım şu an tek başıma ölümü bekliyor olurdum. Sana yanıldığını göstereceğim. Hala umudun olduğunu kanıtlayacağım.
II. ADAM - (Histerik bir şekilde güler.) Arkadaşında birazdan elinde yiyecekleriyle gelir. Bizleri besler, bileğimle ilgilenir. Hatta ben yaralı olduğun için bana daha çok verir elindekilerden. Aptalsın sen. Gelmeyecek.
I.ADAM - O zaman gidip ben birşeyler bulurum.
II. ADAM - Yarım saat daha geçti. Hala umutlu musun?
I.ADAM - Ya başına birşey geldiyse?
II. ADAM - Öyle olsa iyi olur. Yoksa seni ve o ulvi algını yüz üstü bırakmış olur.
I.ADAM - Ateş sönmeden yakacak getirmeliyim. Geri döneceğim.
II. ADAM - Öyle diyorsan!
I.Adam kafasını umutsuzca sallayıp iyice daralmış olan ışık alanından çıkar. II. Adam bir süre arkasından bakar. Radyoyu tekrar eline alıp kurcalar. Cızırtı dışında ses çıkmayınca sinirlenip köşeye fırlatır. Işık alanı iyice daralmıştır. II. Adam histerik kahkahalar atar. Sonra korkuyla etrafına bakınır. Üşümüş ve yalnızdır. Ağlamaya başlar. Hıçkırıkları yükselirken ateş söner. Sahne kararır.

KATİP

Evraklar, yazılması gereken yazılar, yazımı bitmiş sayfalar ve bunların arkasında; sandelyeye oturmuş, ufak tefek bir adam. Yani ben. Yolda görseniz, ilgi çekici bir yan bulamayıp başınızı çevirirsiniz. Konuşsanız, sonradan yüzümü hatırlamazsınız. Kısacası; önemsiz bir katip.
Ne bir din adamı, ne de bir şair olmadığımdan, yazma eylemim sadece önemsiz evraklardan ibaret. Bundan mutsuzmuyum? Sanırım hayır. Çünkü daha karanlık, daha kortutucu olan, o malüm işim için sadece bir paravan. Beni bu yazıyı yazmama iten de, iş ve yaptıklarım. Hikayeme sondan başlayacağım. Bunu büyük ihtimalle, nerde başladığımı unuttuğum için yapıyorum.
Kudüs; uğruna nice canların feda edildiği, daha bir çoklarının da feda olacağı, o kutsal şehir. Haçlılar burayı ele geçireli tam seksen sekiz yıl olmuş. Zorbalık, cinayet, sapkınlıkla dolu yıllar. Büyük adamların piyonları olsakta, sokakta ki hırıstiyan şovalyenin, ya da gölgeler için de ki müslüman suikastçinin hayali, tanrısına hizmet etmek.
O gece, şehrin gölgeleri arasın da bir hayalet gibi süzülürken, aklıma gelen düşünce de aynen bu. Acaba başka bir zamanda, başka bir yerde olsak o şovalyeyle arkadaşlık edebilirmiydik? Yakında doğacak çocuğumu ve bu şövalyelerin dedelerinin, belki de babalarının, yaptıklarını düşünüyorum. Hayır; ne koşulda olursa olsun bunu başaramayacağız. İnancımız bizleri birleştiriyor olabilir, ama dinlerimiz kesinlikle ayırıyor.
Yakınlarım da duyduğum ayak sesleriyle, bir anda duruyorum. Gecenin içinde, ellerindeki meşalelerle yolunu bulan iki muhafız, rutinliğin verdiği sıkıntıyla, konuşarak ilerliyor. Gecenin fısıltısıyla genç muhafızlara; ‘Acaba siz nerelerden geldiniz? Hangimizin ellerin de can vereceksiniz, bu koca hiç uğruna.’ diye soruyorum. Beni duymuyorlar. Duysalar ne cevap verceklerdi ki?
Yoluma devam ediyorum, o soğuk çöl gecesinde. Bir yarasa gibi sadece gecenin seslerini dinleyerek, görmeden.
Birkaç sokak ve duvarı aştıktan sonra, nihayet evindeyim. Beni görebilecek ne bir adam, ne de bir kadın olmadığının farkındalığıyla, rahatça pencereye tırmanıyorum. Çocukken ağaçlara tırmanmakta gösterdiğim çeviklik ve zerafetin günün birin de, bu türlü işlerde bana yardımcı olacağını asla bilemezdim. Bir örümcek gibi her boşluğu, ufacık pürüzü kavrayarak, çölün yıldızlı gecesin de, göğe doğru yükseliyorum. Ne ironik; bu topraklardan göğe yükselen tek ben olmamıştım. Onun gibi yükselmek yerine, zamanım geldiğinde en derinlere düşeceğimin farkındayım. Ellerim tanrı adına değil, Sultan adına kirlenmiş.
Odanın içi karanlık, tıpkı benim düşüncelerim gibi. Depo olarak kullanılan bir yerdeyim. Etrafta istiflenmiş eşyalar, düzensizce üst üste yığılı. Yerleşmeye pek fırsat bulamamış olacaklar, depodan çıktığım da etrafta pek eşya görünmüyor.
Sessizce ilerlemeye çalışırken, ‘Acaba; Azrail’in ayak sesleri duyulabilir mi?’ diye soruyorum kendi kendime. Bir kapıyla karşılaşıyorum. Yavaşça kapıyı açıp, cılız mum ışığıyla aydınlatılmış ufak odaya bakıyorum. ‘Daha yerleşememişler.’ Bu beni niye ilgilendiriyor du ki ? İşimi yaptığım da, buraya gelmemiş olmayı dileyecekler. Odanın ortasın da bir yatak, duvara yaslanmış ufak bir masa, yatağın hemen sol ucunda duran mum. Yatağın hafif gıcırtısı, gerileyip izlemem gerektiğini hatırlatıyor bana. Küçük bir beden, uykusun da kötü birşey görmüş olacak, rahatsızca yatakta dönüyor. Ufacık kafasını saran sim siyah saçları, o kız çocuklarına özgü masumiyeti, hala gözlerimin önünde. Diğer odalara doğru yöneldiğim de, aklımda sadece doğacak çocuğum var. ‘Bir gün onun babası da? Bu kız çocuğunun babası gibi... Tanrı bunu yazdıysa katlanmak zorunda.’
Kınından sıyırılan hançerim karanlığın içinde, sanki sonun hiçliğini getiren alet o değilmiş gibi parlıyor. Biliyorum ki bir sonraki odanın kapısını açtığım da, aradağım adamı bulacağım.

MODERN TÜRK TİYATROSUNDA GELENEKSEL ÖĞELER; “AKIL TACİRİ, KAFES ARKASINDA, GÖZLERİMİ KAPARIM VAZİFEMİ YAPARIM ”

AKIL TACİRİ - İsmail Hakkı BALTACIOĞLU
Akıl Taciri, 1940 yılında “ucuz etin yahnisi tatsız olur” atasözünden yola çıkılarak kaleme alınmış, Baltacıoğlu’nun deyimiyle bir “halk piyesi”dir. Geleneksel türlerin değerlendirilmesi ve bunlardan yararlanılması gerektiğine inanan yazar, aktörlüğün yaratı ve dehasına dayanan tiyatro anlayışıyla da bu inancını destekler. Oluşturduğu çalışma metodu herhangi bir yöneticiden bağımsız, oyuncu odaklı bir yöntemdir. Yrd. Doç.Dr. Gülay ERKOÇ bu metodu şöyle anlatır; “Rol dağılımında oyunculara seçme hakkı tanır. Oyun metni ezberlenerek çalışılmaz. Tiyatro sanatında metin temsilin çıkış noktasıdır, eserin kendisi değildir. Oyunun taşıdığı düşünce, oyun kişileri, sahnelerin anlamları oyuncularla birlikte tartışılıp iyice özümsenir. Baltacıoğlu’na göre profesyonel sahnede yönetmene ihtiyaç bile yoktur. Yaratıcı oyuncular oyunu kendileri prova edip sahneleyebilecek yetkinliği taşımak zorundadırlar. Profesyonel sahnede yönetmen olmazsa olmaz bir unsur değildir. Ancak amatör sahnede yönetmen, bir eğitmen gibi yol gösterici olmalı bir yöntem geliştirmelidir. Oyun, sahne sahne doğaçlama teknikleri kullanılarak prova edilir. Oyuncular canlandırdıkları kişilere kendi yaşamlarındaki deneyimlerden ve gözlemlerden yola çıkarak yaklaşırlar. Temsil, oyunun bir bütün olarak ve sahnesel anlamları bozulmadan, belli başlı dönüşüm yolları ve çerçevesi önceden saptanmak koşuluyla doğaçlama olarak sunulur. Temsilde sahne, dekor, suflör gibi öğeler kullanılmamıştır. Bu yönüyle geleneksel tiyatromuzun özelliklerini taşır. Makyaj ise oyun başlamadan önce oynanacak alan içerisinde, seyircilerin gözü önünde yapılır. Böylece temsilin “oyun” yanı baştan vurgulanmış olur. Oyuncular seyircilerle birlikte ön sırada otururlar; sırası gelen sahneye katılır; işi biten yerine geçip oyunu seyreder. Rejisör konumunda olan Baltacıoğlu ise oyuncuların arasından oyunu izler, oyunun akışını bozabilecek hataları yüksek sesle düzeltir.”.
Oyun metnini oluştururken tüm yapmacıklıklardan kaçınmaya çalıştığını belirten Baltacıoğlu, yalınlığı bozmadan, amaçladığı “insanın fikirle olan münasebeti ve mücadelesini” temelini oyunun genelinde işletmeyi başarmıştır. Geleneksel oyunlarda olan, ancak yitirilen, kaybedilen özün önemini vurgulayan yazar, kullandığı mekân ve karakterlerle de geleneksel olanın taklidi değil, onun taşıdığı değeri korumayı başarmıştır.
Akıl Taciri oyununda geçen mekânlar ya dekor gerektirmemekte ya da minimum dekorla sahnelenebilmektedir. (Bir sokak, kır ve meyhane) Yazarın mekân tanımlarından yola çıkarak, orta oyununda kullanılan yenidünya benzeri paravanların oyunda kullanılabileceğini görmekteyiz. Geleneksel Türk tiyatrosunda olan “-muş gibi yapma, var sayma” bu oyunda kullanılmaktadır.
Olay örgüsü anlamında yalınlığı koruyan yazar, basit bir olay gelişimi izlemiştir. Karmaşadan uzak, buna benzer olay örgüleriyle geleneksel tiyatromuzda da karşılaşmaktayız. Oyun Kastamonulu Hamal Ali’nin yerde iki yüz iki buçuk kuruş bulmasıyla başlar. Ali karakteri Karagöz-Hacivat ve Orta oyununda geçen kimi Anadolulu tiplere benzerlik gösterirken, asıl olarak Karagöz unsurları taşımaktadır. Karagöz, “bir yandan yoksuldur, saftır, açık sözlüdür. Bilir de bilmezden gelir, bilmez de bilir görünür. Öte yandan fırsatçıdır, çıkarcıdır. Küçük kurnazlıkları vardır. … … Safahat düşkünüdür. … Kimi zaman rastlantılar onu yönetir. Sağduyu sahibidir ve sağduyuyu, güç durumlardan kurtulmak için hazırcevaplığıyla ve kurnazlığıyla kullanır.”. Bu özellikler göz önüne alınırsa Hamal Ali Karagöze de oldukça benzemektedir.
Zengin olmayı isteyen Ali parasıyla ne yapacağına bir türlü karar veremez. Bunun üzerine karşılaştığı Akıl Taciri, Ali’yi ikna ederek değerli akıllarından iki, ucuz ve güvenilmez olan akılından da bir tane olmak üzere üç aklını satar. Bunlar; “Her işe burnunu sokma, Vurdumduymaz ol ve Herkesi kendine dost bil!” dir. Akıl Taciri ticari buluşu ve Kastamonulu saf, hamalı kandırışıyla Hacivat ve/veya Pişekâr’ı çağrıştırmaktadır. Çünkü Hacivat-Pişekâr ’da girişimci, akıllı, bilgili, kurnaz, işini bilen ve aldatmaktan çekinmeyen bir kişileştirmedir.
Bir an önce şehrin bir sokağında bulunan Ali, bir an sonra bir kırda Akıl tacirinden aldığı akıllarla ne yapacağını düşünmektedir. Zaman ve mekânda yapılan sıçramalar da geleneksel tiyatromuzla benzerlik göstermektedir. Parçalı yapı bu oyunda da kullanılmaktadır.
Ali kırda fazla çalışmaktan ve düşünmekten aklını oynatmış, midesinde sorun olan Deli’yle karşılaşır. Delinin tüm çabasına rağmen Ali onunla muhatap olmaz. Akıl Tacirinden aldığı aklı kullanır. Sonunda Deli kendini öldürmeye karar verir. Ancak İpçi Hüseyin yetişip onu kurtarır. Sevabına Deli’nin canını kurtaran İpçi Hüseyin, burnunu bu işe soktuğu için başına geleceklerden habersiz Deli’yle konuşur. Sonunda Deli, kendi sattığı iplerle Hüseyin’i boğar. Olaylara karışmayan Ali karlı çıkmıştır. Üçüncü bölümde Polis ve Ali arasında geçen konuşmalar seyirciye durum değerlendirmesi yapma şansı tanır. Doğru ve yanlış kararı geleneksel tiyatromuzda olduğu gibi seyirciye bırakılmıştır.
Amerikalı iki noter dünyanın en sakin adamını aramaktadırlar. Onu buldukları takdirde, kendisi çok çabuk öfkelenen birisi olan zengin işverenlerinin mirasını bu adama vereceklerdir. Umutsuzluğa düşmüş ikili son bir deneme yapmaya karar verirler. Hamal Ali ile karşılaşan ikili testlerine başlarlar ve Ali’yi nallarlar. Bu sırada gelen kabadayılar hem durumu anlamaya, hem de Ali’yle dalga geçmeye başlarlar. Sonunda Ali sabreder ve mirası alır. Kabadayıları da korkutarak parasını korur. Akıl Taciri’nin aklı sayesinde Ali artık zengindir.
“Karagöz ve Ortaoyununda kişileştirme başlıca karşıtlık ve yinelemelerle olur. Her şişi belli davranışları sürekli yinelediği gibi, bir biriyle de sürekli karşıtlıklar yaratır. Bütün tiyatro kişilerinde olduğu gibi burada da bir kişinin tanımlanması ve belirtilmesi dört yoldan olur:
1. Görünüşü, dış özellikleri,
2. Konuşması, sesi, söyleyişi
3. Davranışı, hareketleri, tavrı,
4. Başkalarının bu kişiler üzerine söyledikleri, düşünceleri.”
Metin Adn’ın yapmış olduğu bu belirlemeden yola çıkarak, Amerikalı ve Külhanbeyi tiplemelerinin geleneksel tiplerle benzerliğini ortaya koyabiliriz. Amerikalıların özellikle konuşmaları yabancı kişileştirmeler olduklarını vurgulamaktadır. Deney adı altında Ali’ye ettikleri eziyetler düşünüldüğünde modern zorbalar olarak geleneksel tiyatromuzda bulunan Külhanbeylerini çağrıştırmaktadırlar. Külhanbeyleri ise öncelikleri kılıkları, davranışları, cahillikleri ve korkaklıklarıyla geleneksel tiplere yakın kişileştirmelerdir.
Ali ve Amerikalılar arasında geçen konuşmalarda; geç anlama, yanlış anlama, ses ve söz oyunlarından çıkan komik gibi geleneksel öğelerde mevcuttur. Harekete dayalı kaba güldürü, fars, Amerikalıların deneyleri sırasında ortaya çıkar. “Komedyadan farklı olarak, gülünç olanı kusur ve zaaflardan değil, eylem ve durumlardan çıkaran, kalıplaşmış tipler aracılığıyla kalıplaşmış durumları, kavga ve gürültü sahneleriyle ve dil oyunlarıyla veren bir alt tür.” olarak tanımlanan farsa, Karagöz ve Ortaoyunu’nda bolca yer verilir.
Hamal Ali artık zengin bir adamdır ve bir meyhaneye eğlenmeye gitmiştir. Burada Herkül ve Tosun adında iki tiple karşılaşır. Herkül Rumelili, palavracı, oyunbaz bir kimsedir. Tosun’sa fırsatçı bir dolandırıcıdır. Bir ateş verme üzerine başlayan Ali ve Tosun’un dostluğu, Tosunun Ali’yi sarhoş etmesiyle iyice artar. Bu sırada Herkül kılık değiştirerek Ali’yi kandırır, onu gülünç duruma sokar. Tosun’da paralarını çalarak Ali’yi tekrar fakirliğe iter. Ali ucuza aldığı aklın kurbanı olmuştur.
Ali söylediği manzumeyle başından geçenleri özetler. Böylece seyirci ucuz etin yahnisinin tatsız olduğunu görmüş olur. Manzume ve kıssadan hisse Meddahlık geleneğinden bir öğe olarak burada kullanılmıştır.
Sonuç olarak bir bütün olarak İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun, Akıl Taciri oyununa baktığımızda gerek olay örgüsü, gerek kişileştirmeleri, gerek diyalogları ve mekân, dekor gereksinimleriyle, pek çok Geleneksel Türk Tiyatrosu öğesi taşımaktadır. Öz tiyatro anlayışıyla oluşturulan bu metin, geleneksel tiyatronun yeni bir algıyla yorumlanması gerekliliğini ortaya koymaktadır.
KAFES ARKASINDA- Musahipzade CELAL
Osmanlı imparatorluğunun son dönemlerinde geçen, toplumsal yozlaşmanın, ikili ilişkilerin, hoş görüsüzlük ve ahlaki çöküntünün anlatıldığı “Kafes Arkasında” oyunu 1929 yılında yazılmıştır. “Musahipzade'nin oyunları; çürümeye başlayan Osmanlı İmparatorluğu dönemini, eğlendirici, öğretici, çağdaş topluma uygun, eski töre ve gelenekleri eleştiren, Anadolu ve Batı kültürlerini bir potada eritmeye çalışan siyasal taşlamalar türünde olmuştur.”
Geleneksel Türk Tiyatro’sunda Yanılsamacı Tiyatro’daki neden-sonuç bağı ve seyircinin dikkatini finalde toplayan düz bir çizgide gelişen olay dizisi yoktur. Musahipzade Celal’de Kafes Arkası oyununda geleneksel türlerle paralel bir yapı kurmuştur. Her bölüm başka bir olayı sergiler. Finale odaklanmayan bu yapı göstermeci tiyatronun bir gereğidir. Fasıllar da olduğu gibi olay örgüsü dairesel bir şema çizer.
Gelişen olaylara bakıldığında, bu oyunun olay dizgesinin Ortaoyunu ve Karagöz fasıllarıyla benzerlik gösterdiği görülür. Özellikle “Mahalle Baskını Yahut Şalgam Hoca”, “Çeşme Yahut Kütahya” ve “Kanlı Kavak” fasıllarından öğeler göze çarpmaktadır.
Mahalle Baskını Yahut Şalgam Hoca fasıllında Kavuklu, mahalle bekçisi olacak ve Hırbo’ya arkadaşlık edecektir. Pişekâr ona bir ev bulur. Genç zenne Şekerpare gelir, babası ve annesi ölmüş, Şalgam Hoca adında biri ona bakmış, Şalgam Hoca’nın oğlu Canan ile birlikte büyümüşler, birbirlerini sevmişlerdir. Ancak Şalgam Hoca kızı kendisi için istemektedir, bu yüzden oğlunu evden kovar, kız da sevgilisinin arkasından gider. İki sevgili Kavuklu’nun evinde kalırlar, ancak evin sahibi Hırbo, durumdan huylanır, teker teker mahalleliyi bu işe son vermeye çağırır, sırasıyla Laz, Kayserili, Acem, Tatar, Sarhoş, Kürt, Denyo gelirler, ama hepsi de kızın sesine tutuldukları için bir şey yapamazlar. Şalgam Hoca gelir, fakat mahalleli araya girerek Şalgam Hoca’yı kınarlar, o da evlenmelerini kabul eder. Bu fasıl oyunda birinci ve dördüncü bölümlerde rastlayacağımız kimi olayları ve durumları taşıması nedeniyle önemlidir.
Birinci bölümde olan olaylar şöyle özetlenebilir; Naciye kimi kimsesi olmadığından, teyzesi Hasene ile birlikte yaşamaktadır. Hasene, Hacı Davut Hoca adında sofu bir adamla evlidir. Hacı Davut Hoca, dört karısı olması nedeniyle övünmektedir. Bunun bir sebebi de şimdiye kadar onun boşadığı karısı olmayışıdır. Daha önceki on dört karısı öldükleri için, yeniden evlenmiştir. Hacı Davut şu sıralar yeni bir kadın da aramaktadır. Çünkü birkaç ay önce karılarından birisi daha ölmüştür. Hacı Davut’un nasıl olup ta bu kadınları kandırdığı ve onları evlenmeye ikna ettiği meçhul olsa da, oyunda Hacı Davut’un karılarına karşı tutumu çok belirgindir. Namus kavramını tabulaştırmış olan adam karılarını bulundukları evde kilit altında tutmaktadır. Böylelikle namusluların en namuslusu o olabilmektedir. Durumun böyle olmadığı oyunun diğer bölümlerinde anlaşılacaktır.
Karılarını kilit altında tutması insanların ona karşı tavır almasına sebep olmaktadır. Karıları ve karılarının çevresindeki insanlar Hacı Davut’tan nefret ederler. Hatta kadınlarla evlenip, ölmelerine neden olup, onların paralarını yediğini bile söylerler.
Teyzesiyle yaşamakta olan Naciye’de Davut’un uyguladığı mahpusluktan muzdariptir. Komşu evin genç oğlu Sabri’yle karşılıklı bir aşk yaşamaktadır. Ancak bu ilişki gizlidir. Ya da onlar öyle zannetmektedirler.
Hasene ile komşusu Nadire, evleri arasında kurdukları gizli geçitle bir birlerine gidip gelmektedirler. Nadire bir gün yine Hasene’nin misafiri olur. Hasene’ye Raşit Ağanın oğlu Salim’e, kızı Remziye’yi istediğini söyler. Oğlu Sabri’ye de Naciye’yi nikâhlamak istediğini anlatır. Hasene bu teklifi kabul eder. Ancak Davut’un tepkisinden çekinmektedir.
Bu sırada Davut Hoca eve gelir. Hasene ve Naciye onu beklemektedir. Davut, Hasene’ye Naciye’yi nikâhlamayı düşündüğünü söyler. Hasene buna karşı çıkar ve fenalaşır. Bu sırada Kumrulumesçitte yangın olduğu haberi gelir. Bir diğer karısı Nigar’da bu semtte yaşamaktadır. Davut aceleyle çıkar.
Hasene, Naciye’yi bir an önce komşusunun evine geçirmeye çalışır. Davut’un evinde Nicye’nin kalmasına göz yumamayacağını söyler. Nadire’ye de bu durumu anlatır. Nadire işi Sabri’ye havale ederek, ondan Hacı Davut Hocanın icabından gelmesini ister. Sabri planını çoktan yapmıştır. Sabri’de Davut Hocanın peşinden gider.
Öyle görünüyor ki Hacı Davut Hoca “Mahalle Baskını Yahut Şalgam Hoca” fasıllında geçen Şalgam Hoca kişileştirmesiyle benzerlik taşımaktadır. Gerek kılık kıyafet, gerek yönelişi açısından iki kişileştirme aynı değerleri taşımaktadır. İkisi de sofu ve kadın düşkünüdür. Davut Hoca, yanında yaşayan ve yaşça ondan küçük olan Naciye’yi, Şalgam Hoca ise Şekerpareyi kendine nikâhlamak istemektedir. Naciye ve Şekerpare hem geçmişleri, hem de içine düştükleri durum açısından benzerler.
Oyunun ikinci perdesi Hacı Davut’un Çarşamba’daki evinde geçer. Raziye penceresinden sarkıttığı iple oturmakta, gizli misafirini beklemektedir. Evin bitişiğindeki bostandan geçerek gelen Rıza, bir yandan bahçıvandan kaçarak, Raziye’nin yanına tırmanır. Raziye, Rıza’ya hazırladığı mezelerden ikram ederken, Rıza’da rakısını çıkartmıştır. Bu sırada Bekir gelir. Raziye, Rıza’yı sandığa saklar. Bekir yukarı tırmanır. Ancak ipin pencerede hazır olmasından şüphelenmiştir. Raziye hoş sözlerle onu ikna eder. Rıza için hazırladığı sofraya oturtur. Bekçi Balatta Kesmekaya da yangın olduğunu duyurur. Raziye yukarı odadan yangına bakmayı önerince, Bekir ve Raziye çıkarlar.
Rıza sandıktan çıkıp, kaçmayı dener. Bahçıvan onu fark eder ve silahını ateşler. Kaçma denemesinde başarılı olamayan Rıza, sandığa geri döner.
Bekir ve Raziye sandığın yanına geri dönerle. Bekir Çıkan gürültüden meraklanmıştır. Ancak Raziye’yle zaman geçirmeye de kararlıdır. Tam oturup yerleşeceği sırada sokak kapısının açılma sesi duyulur. Davut Hoca eve gelmiştir. Bekir ne yapacağını şaşırır. Raziye onu da dolaba saklar. Davut Hoca yangın haberleriyle gelmiştir. Rakı kokusuna anlam veremese de Raziye uydurduğu bir yalanla onu ikna eder. Davut ve Raziye eşyalarını toplamak üzere üst kata çıkarlar. Yangından kaçma planı yapmışlardır.
Bekir kaçmaya davranır. Ancak cama çıktığında diğer tulumbacılarla karşılaşmıştır. Hiç bozuntuya vermez. Yangın söndürüyormuş gibi yapara ve aşağıdan su ister. Davut odaya döndüğünde Bekir'le karşılaşır. Ona duacıdır. Tulumbacılar ve mahalleli odaya doluşur. Davut Sandığı kurtarmak için yardım ister. Ahmet sandığı götürür. Bu arada yangının söndüğü haberi gelir. Ali, Davut hocaya sandığın yerinde olmadığını söyler. Bekir sandığı bulmasında Davut’a yardım edeceğini söyler.
Karagöz oyunu fasıllarından biri olan Çeşme Yahut Kütahya’da bir örneğini bulabileceğimiz. Fasılda Karagöz’ün karısı, eve aldığı Çelebiyi küpe saklar. Zennelerin evlerine aldıkları erkekleri, çeşitli yerlere saklamaları ve bundan doğan güldürünün geleneksel tiyatromuzda başka örnekleri de vardır. Rıza, çelebiyi çağrıştırırken, Bekir de Tuzsuz Deli Bekir’i anıştırmaktadır. Raziye, işini bilen zenne olarak, duruma göre uyum sağlaya bilen, kıvrak bir zekâya sahip bir kadındır. Bu özelliğiyle Karagöz ve Ortaoyunu’ndaki zennelerle benzeşir.
Üçüncü bölümde Sabri ile Süleyman mezarlığın yanında Davut Hoca’yı beklemektedirler. Sabri’nin planı Davut Hoca’yı korkutmaktır. İkilinin konuşmalarından Süleyman’ın da Raziye’yle ilişkisi olduğunu öğreniriz. Bu sırada Şahap ve Davut’un diğer karısı Nigar kılık değiştirmiş bir şekilde sokaktan geçmektedir. Şahap ve Nigar, Benli Kamile adlı kadının evine gitmektedirler. Şahap eve girmek için “Kumrulumescit.” der. Süleyman da bunu duymuştur.
Davut hoca, aynı sokakta Zati ile karşılaşır. Zati mahallesindeki bu ev ve kadından rahatsızdır. Davut’la birlikte ayıplarlar. Zati ayrılır. Davut Hoca mezarlığa doğru yürür. Sabri ve Süleyman bir korkuluk yardımıyla Davut Hocayı iyiden iyiye korkuturlar. Davut Hoca Cadu gördüğünü düşünmektedir, kaçar. Sabri planının devamını Davut Hocanın evinde getireceğini söyler. Süleyman onunla gitmeyeceğini belirtir. Süleyman, Benli Kamile’nin evindeki cümbüşe katılmak istemektedir. Sabri ayrılır.
Zati, Davut Hoca’yla karşılaşır. Davut Hocanın delirdiğini düşünür. Mahallenin bekçisini bulmaya giderler. Saklandığı yerden çıkan Süleyman eve girmek için şansını dener. Ancak Kamile onu içeri almaz. Süleyman hiddetlenir ve gider.
Yahudi Mişon ve İki serseri Davut Hoca’nın çalıntı sandığı için pazarlık yapmaktadır. Sonunda serseriler Mişon'un tüm parasını alıp kaçarlar. Mişon Sandıkla baş başa kalır. Sandığın içinden Rıza seslenir. Onu çıkarmasını ister. Mişon, Rıza’yla pazarlık yapar ve anlaşır. Sandığın kilidini kırmak için bir taş bulup, kilide vurur. Çıkan sese gelen Bekçi Bayram, Mişon’u tutuklar.
Süleyman yanına Ferfek Ali, Saksağan Ahmet, Piştov Yusuf ve Çakır Veli’yi alarak geri gelir. Benli Kamile’nin kötü üne sahip bir kadın olduğunu öğrenmiştir. Arkadaşlarıyla birlikte evi taşlarlar. Bu arada arka kapıdan çıkan olmasın diye, diğer tarafı da tutmuşlardır. Kamile feryat, figan dışarı çıkar. Bekçi Bayramdan yardım ister. Bu sırada Zati, İmam, mahalle haklı ve iki nefer gelir. Amaçları mahallelerindeki bu rezalete bir son vermektir. Zati efendi İmam efendiden bu durumla ilgili konuşmasını ister. Kimse ne dediğini anlamaz. Sonunda Bekçi Bayram evin kapısını çalar. Kamile içerden. Mahalleliyi yüksek makamlara şikâyet edeceğini söyler. Ali kapıyı kırmaya davranır. Sonunda içeri girerler ve içeridekileri yakalarlar. Nefer Zamparaları ve kadınları tutuklar. Kamile yakalananlarla akraba olduğunu iddia eder. Yinede karakola gitmekten kurtulamaz.
Bir birinden bağımsız gibi duran olayların ardı ardına gelmesiyle dolantı oluşmuştur. Musahipzade özellikle bu bölümde, kadına toplumun bakışını net bir şekilde koyar. Davut Hoca ve Zati pek çok felaketin kadınların yoldan çıkmasından, namussuzluktan ileri geldiğini düşünmektedirler.
Kötü üne sahip zennelerin mahalleye taşınması ve eve erkek alması, kılık değiştirme, korkutma, cadu, cin gibi öğeler geleneksel Türk tiyatrosu temeline dayanmaktadır. Kamile, Nigar gibi kadınlar zenne özellikleri taşımaktadırlar. Hafif meşrep, farklı ahlaki değerler taşıyan, yeri geldiğinde arsız kimselerdir. Karagöz ve Ortaoyunun da bu tiplerle karşılaşılabilir.
Mişon, Geleneksel Türk tiyatrosunda geçen Zimnî tiplerden Yahudi’dir. Süleyman ve arkadaşları da Kabadayı tipleriyle benzerlik gösterirler. Bu benzerlik hem davranış, hem de kılık kıyafet bakımındandır. Tulumbacılık mesleği, bu tür tiplemeyle uyuşmaktadır. İmam’ın kullandığı anlaşılmaz dil, anlamama, yanlış anlama, dil komiği gibi söz oyunları Türk tiyatro geleneğinde sıkça kullanılmaktadır.
Dördüncü bölümde ise yer karakoldur. Dolantı bu bölümde çözülür. Karakollukçu Bekir Ağa ( Raziye’nin oynaşı) makamında oturmaktadır. Dışarıdan gelen sesleri merak eder. Bir nefer durumu anlatır. Makamında duran sandığı o anda fark eden Bekir, sandığın hikâyesini öğrenmek için Yahudi’nin getirilmesini buyurur.
İmam ve Zati, Bekir’in yanına gelirler. Hacı Davut Hoca’nın delirdiğini, zor zapt edildiğini söylerler. Bu konuşmanın ardından Mişon, nefer tarafından getirilir. Bekir sandığın hikâyesini öğrenmeye çalışır ancak Mişon yalvarmalar, sızlanmalardan başka bir şey duyamaz. Bekir sandığı açtıracağını, sahibinin getirilmesini buyurur. Mişon, nefer tarafından götürülür. Bekir, İmam’dan basılan kadın ve erkeklerin defterini yapmasını ister.
İki nefer basılanları getirir. Kamile hala suçsuz olduğunu idea etmektedir. Ali ve Süleyman’la ağız dalaşına girer. Bekir’in müdahalesiyle susarlar. İmam getirilen kişileri yazmaya başlar. En sona Şahap ve Nigar kalmıştır. Şahap, oynaşını söylemeye yanaşmaz. Ama mecbur kalır. Davut öfkeden kudurur. Bir yere oturur. Bekir’e başından geçenleri anlatır. İmam, Şahap’a oynaşının kim olduğunu yüksek sesle söyletir. Bu sefer Davut duyar. Nigar’a hesap sormaya yeltenir. Nigar, Davut’u suçlar. Davut, Nigar’ın üzerine yürümek ister ama tutarlar.
Mişon geri getirilir. Davut Hoca sandığı tanır. Anahtarı çıkartıp, açar. Rıza sandığın içinden çıkar. Mişon ve Rıza tüm hikâyeyi anlatırlar. Mişon ve Rıza gönderilir. Bekir Raziye’nin başka oynaşları da olduğunu anlar. Davut hatasını anlamıştır. Çaresiz durumdadır. İmam’a tüm karılarından boşandığını söyler.
Böylece biten oyunda özellikle Nigar’ın Davut’a karşı yaptığı çıkış kıssadan hisse yapılmasını sağlar. Yıllarca eve kapatıldığını, her şeyden mahrum edildiğini, insan olduğunu unuttuğunu söyler. Kafese kapatılan insanın ondan kurtulmak için her yola başvuracağını gösterir. Özellikle dönem kadını evlilik ve ahlak kafesinin içersine sıkışmış olduğundan Nigar’ın ahlaksız görünen hareketinin geçerli bir sebebi olduğunu düşünebiliriz.
Sonuç olarak Musahipzade Celal, Türk oyun yazarlığında önemli bir yere sahiptir. Oyunlarını seçtiği dönem ve kişileştirmeler halk geleneğinden kaynağını almakta, böylece daha halktan olmaktadır. Geleneksel Türk tiyatrosu öğeleri ve fasıllarının iç içe geçtiği Kafes Arkasında oyunu sade anlatımı ve eğlenceli işlenişiyle dönemin bakışını eleştiren, yapıcı bir oyundur.
GÖZLERİMİ KAPARIM VAZİFEMİ YAPARIM - Haldun TANER
Haldun Taner’in, “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım” oyununu Ayşegül Yüksel; “Değişen” güncel görünümlerin gerisindeki “değişmezliğin” öyküsüdür . diye tanımlamaktadır.
Oyun aynı mahallede karşılıklı evlerde farklı sosyoekonomik ve kültürel yapıya sahip ailelerde dünyaya gelen Efruz ve Vicdani’nin bir ömür boyu sürecek olan yaşamlarını anlatmaktadır. Haldun Taner bu anlatımı gevşek dokulu bir yapıya oturtarak, oyunun episodik yapısı içinde 31 Mart Vakasından 1960’lı yılların ortalarına kadar gelinen süreci anlatmaktadır. Oyunun daha sonraki iki yazımında oyunun sonu daha ileri tarihlere kadar gelmektedir. Vicdani ve Efruz’un ilkokuldan başlayan maceraları, üniversiteye gidişleri, askere gitmeleri, âşık olmaları, evlenmeleri, işe girmeleri, işsiz kalmalarını anlatarak ilerler. Tüm bu öykü içinde Efruz değişen günün koşullarına uyarak sürekli zenginleşerek ve toplumsal statü edinerek ilerken; Vicdani ise tüm bu günün adamı olma becerisinden yoksun bir şekilde hayatını yaşamaya çalışmaktadır. Vicdani hayata karşı kendince sağlam durmaya çalışırken düzen onu sürekli hayal kırıklıklarına ve başarısızlıklara uğratır. Bu çaresizlik ve başarısızlık onu gerçek dünyadan daha uzaklaştırırken, sadece gözlerini kapayıp işini yapan pasif bir bireye dönüştürür. Günü gelip gözleri açıldığında ise iş işten geçmiştir. Çünkü kendisine yapılan tüm haksızlıklara itiraz ettiği anda da sistem ona deli muamelesi yapmıştır.
Yıllar içersinde oyunda değişiklikler, eklemeler ve çıkarmalar yapılabilmesini Ayşegül Yüksel şöyle açıklamıştır. “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım baştan sona "açık biçim" özellikleri gösteren yapısal ve gevşek dokusu, birtakım tabloların çıkarılıp yenilerinin eklenmesine, oyunda anlatılan öykünün ilk yazıldığından bu yana geçen zaman doğrultusunda sürdürülmesine olanak sağlamaktadır. Öykü, içeriğini belirleyen "değişen-değişmeyen" ilişkisinin geçerli kalması koşuluyla yeni "zaman" dilimlerini de içerebilecektir. Oyunun ilk sahnelenişinden on yıl sonra (1974) Taner, tarihsel-toplumsal değişiklikler bağlamında yapıtını bir kez daha gözden geçirmiş ve oyuna 12 Mart dönemini de kapsayacak tablolar eklemiştir. Bir on yıl sonra ise (1984) "sokak levhası", "12 Eylül" olarak değiştirilmiştir. ...
... Taner, Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım’da kotardığı içerik ve biçimle Türk tiyatrosunun genel yönelişine çeşitli açılardan katkıda bulunmuştur. Politik tiyatro doğrultusunda ilk önemli adımı atmış, göstermeci biçemi bu tür tiyatro doğrultusunda etkili bir biçimde kullanmıştır. Taner, oyunda taşlama öğesini yoğunlukla kullanmasıyla ve taşlamaya olanak tanıyan çok tablolu, gevşek dokulu oyun yapısıyla, seyircisini birkaç yıl sonra en iyi örneklerini yine kendisinin vereceği kabare tiyatrosuna yakınlaştırmıştır. Keşanlı Ali Destanı'nda geleneksel tiyatromuzun açık biçim özelliklerini çok genel çizgileriyle değerlendiren Taner, Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım'da geleneksel tiyatromuzun özgül niteliklerini daha somut bir yaklaşımla değerlendirmiştir. Anlatıcı "meddah" özellikleri taşımaktadır. Vicdani "Karagöz"ce, Efruz da "Hacivat"ça çizilmiştir. Dekor "göstermelik" kullanımın işlevselliğinden yararlanılarak tasarlanmıştır. Söz ve hareket güldürüsü düzeyinde geleneksel tiyatromuzun tüm teknikleri kullanılmıştır. Oyunun yine geleneksel tiyatromuzun bir özelliği olan gevşek dokusu içinde yer alan bu ayrıntılı biçim çalışması oyunun öğretici, uyarcı içeriğiyle ustaca bağdaştırmıştır, ulusal-çağdaş tiyatroya ulaşma yolunda Brecht'in epik tiyatro yaklaşımıyla geleneksel seyirlik öğeler yetkinlikle birleştirilmiştir.”
Sonuç olarak diye biliriz ki, Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım", ülkemizde 'kabare tiyatrosu"nun da öncüsü olan Haldun Taner'in derin kültürünün, tiyatro bilgisinin, kıvrak zekâsının, toplum ve insan üzerine gözlemlerinin derinliğinin, değerlendirme yeteneğinin, ince mizah anlayışının, kişilerini yaratma ve diyalogları örme, salon ile sahneyi birlikte yaşatma yetisinin en güzel örneklerinden biridir. Geleneksel öğeler üzerine kurulmuş bu başarılı oyun, gelenekle çağdaşın kesişiminin başarılı bir örneğidir.

BABİLX

Bayraklar ve flamalarla süslenmiş alanda toplanmış insanların BabilX kulesinin çatısından görüntüsü yapacağı şeyi düşününce, içini burkuyordu. Hiçbir zaman onlardan biri olamamıştı. Sıradan korkuları, telaşları, istekleri olan bir insan değildi o. Nasıl olabilirdi ki? Yaptığı buluşla bilim tarihine geçmiş, bilinen dünyayı değiştirmişti. “Gerçekten değiştirdim.” diye üzgünce geçirdi içinden. Esen rüzgârla birlikte düşünceleri de geçmişe ve yaşananlara yöneliyordu.
Sonra olanlarsa tarihin bir tekrarı, insanlığın içinde barındırdığı kötülüğün bir yansıması dışında bir şey değildi. Milyonlarca insan ölmüştü. Gazetelerde yayınlanan fotoğraflar, zafer çılgınlığı içindeki ülke televizyonlarındaki haberler… Hepsi kötü bir rüya olmalıydı. Böyle korkunç bir şey yaşanmış olamazdı. Tüm o ölen insanların kanları ellerinden çıkmıyordu. “Tanrım beni affet!”
Tanrı mı? O bir bilim adamıydı. Böyle asılsız bir düşünceye nasıl sığına bilirdi ki? Yüz yıllar önce insanların uğruna bir birlerini öldürdükleri şeyde tanrı değil miydi? Hem varsa bile neden insanların acı çekmesine, masumların ölmesine izin veriyordu. Ölüme bu kadar yakınken bile bu düşünceye dönmek onu tiksindirmişti. “Ben seni affetmiyorum.”
Kalabalıktan gelen sesle irkildi. Ünlü bir politikacı, aynı zamanda toplu katliamın mimarı kürsüye davet ediliyordu. Yeryüzünde tanrıyı oynayan o adam. Li Yung. Minyon fiziği, hiç silinmeyen gülümsemesiyle sevimli, bir o kadarda karizmatik olan bu adam, içinde barındırdığı öfke ve karanlığı insanlardan gizlemeyi başarıyordu.
Li Yung kürsüye yaklaştıkça insanların tezahüratı giderek yükseldi. Patlatılan havai fişeklerden gelen keskin barut kokusunu içine çekerken garip bir duyguyla doldurdu. İsim veremiyordu ama hazza benzer bir niteliği olduğunu anlamıştı. “Acaba hangi hormonlar salgılanıyor vücudumda? Epizen değil. Öyleyse Fresu ve Lrin karışımı bir şey.” diye düşünmeye başladı. Bir an sonra ne yaptığının farkına varıp gülmeye başladı. “Birazdan öleceğim ve düşündüğüm konuya bak.”
Artık kendini rahat hissediyordu. “Bir adım ve her şey bitsin. Li Yung en ünlü bilim adamına veda etsin. Onun için başka katliam silahları geliştiremeyecek olmam, kim bilir onu ne kadar öfkelendirecek.”
Bir ayağını boşluğa uzattı. Nedense annesinin uzun yıllar önce onu eğlendirmek için öğrettiği basit, optik bir yanılsama numarasını hatırladı. Bir gözünü kapatarak ayağına bakmaya başladı. Kalabalığın büyük bir kısmı ayağının altında kaybolmuştu. Li Yung’da kaybolmuştu. O an üzerlerine gerçekten basabilmeyi dilerdi. Ayağını sağa sola doğru çevirerek daha çoğunu yok etmeye çalışıyordu.
— Lütfen in oradan.
Sol tarafından gelen bu yumuşak kadın sesiyle irkildi. Neredeyse dengesini yitirip düşecekti. Sonunda dengede durmayı başardığında sesin kaynağını bulmaya çalıştı. Ama görünürde kimse yoktu.
— Senin ölmen neyi değiştirecek?
— Sende kimsin?
— Şu kalabalığa bak.
Sağa sola bakarak sesin kaynağını bulmaya, bir yandan da dengesini korumaya çalışıyordu. Çıkan rüzgârda işini pek kolaylaştırmıyordu.
— Göster kendini.
— Onun hatası ve onların hırsları için vaz mı geçeceksin?
— Benim hatam. Hepsi benim hatam.
— Hastalığın yayılmasına sen mi sebep oldun?
— Hayır, ama ben yarattım onu! Şimdi bunun bedelini ödemeliyim.
Kadın karanlığın içinden çıkıp adamın yanında durdu. Konuşmasına başlamış olan Li Yung’u ve etrafında toplanmış kalabalığı izlemeye başladı. Li Yung sözleriyle binlerce kişi gürlüyor, zafer naraları atıyordu.
— Sen! Ne? Uzaklaş!
Kadın ona hiç dikkat etmiyor kalabalığı seyrediyordu. Duruşu ve görünüşüyle genç biri olduğu anlaşılmasına rağmen, saçı tamamen beyazdı. “Bu kadın burada ne arıyor? Ne zamandan beri burada? Yukarı çıktığımda yalnızdım.”
— Senin için buradayım ve bir süredir seni izliyordum.
Aklından geçen soruların cevabını nasıl bilebilir di ki? “Bu kadında bir terslik var.”
Kadının ince bir sesle gülmeye başladı. Gülüşünde garip bir şey vardı. İnsanı rahatlatmıyor, aksine içine işleyip onu donduruyordu. Ondan bir an önce uzaklaşması gerektiğini hissediyor ama hareket edemiyordu. Kadında mistik, insanüstü bir güç vardı. Onunla nasıl baş edeceğini bilemeden mücadele etmeye başladı.
— Hiçbir şeyi anlayamıyorsun değil mi? Tüm kararların hatalı. Buraya çıkman, ölmek istemen, suçu kendinde bulman, o bakteriyi yaratman ve bunun insanlık için kullanılabileceğini düşünmen… Hepsi ama hepsi hatalı.
—Anlamıyorum!
—Anlamanı da beklemiyorum. Şunu bil bu hatalar seni insan yapan şeyler.
Kadının konuşmasının hiçbir anlamı yoktu. Ne demeye çalışıyordu ki? Tüm bunlar saçmalıktan başka bir şey değildi.
Kadın ona dönüp gülümsedi. Artık hareket edebiliyor olmasına karşın kaçma isteği ortadan kaybolmuştu. “Garip.” diye düşündü. Başka bir durumda olsalar etkilenebileceği bir havaya ve çeliciliğe sahipti. Onu daha önce görüp görmediğini düşündü. Kadın tanıdık bir his yaratıyordu.
—Beni tanıyorsun.
Soru sormuyor, kesin olan bir şeyi dile getiriyordu. Ama bir türlü kim olduğunu çıkartamıyordu.
—O insanları sen öldürmedin, tıpkı benim karını öldürmediğim gibi.
İşte o anda tanıdı. Bu kadın yıllar önce karısını öldürmüş olan, sevdiği tek kadından onu kopartan katildi. Yıllar geçmiş olmasına rağmen acısı hala tazeydi.
Geç bir saatte laboratuardan döndüğü geceyi anımsadı. O çok sevdiği çiçeklerden bulmak için baya dolaşması gerekmişti. Yıl dönümleriydi ve yine yanında olamamıştı. Eve geldiğinde hep kapıda karşılanmasına rağmen o gün kapıda kimse yoktu. Sürpriz yaptığını zannetmişti. İçeri girdiğinde ona naz yapacak ama sonra çiçekleri gördüğünde boynuna sarılıp onu ne kadar çok sevdiğini söyleyecekti. Anahtarıyla kapıyı açtığında karşılaşacağı manzaraya kimse onu hazırlayamazdı. Karısı kanlar içinde yerde yatarken bu kadın başında öylece durmuş onu izliyordu.
Dava büyük ilgi görmüştü. Karşısında durmakta olan kadın dava boyunca tek bir söz dahi etmemişti. Sonuçta verilen ceza ömür boyu hapisti. Bu kadının hapiste olması gerekiyordu. Öyleyse karşısında duran bu kadın kimdi?
—Onu ben öldürmedim.
—Deliller öyle söylemiyordu.
—Hepsi değiştirildi.
—Değiştirildi mi? Kim, neden değiştirsin ki?
—Çünkü sana ve senin öfkene ihtiyacı vardı.
—Kimin?
Kadın başını çevirip aşağıya baktı. Bakışlarını takip ettiğinde göreceği kişiyi tahmin edebiliyordu. Yinede baktı. Kalabalığın karşısında nutkuna devam eden o ufak adam.
—Şimdi ne istiyorsun benden? Hapisten bana bunu söylemek için kaçmadın herhalde.
—Hapisten kaçmadım.
—Öyleyse?
—Li Yung tarafından serbest bırakıldım.
—Neden buraya geldin? Benim burada olduğumu nereden öğrendin?
—Çok fazla sorun var. Ama ben tüm cevaplara sahip değilim. Senden bir iyilik yapmanı istemek için geldim.
—Karımı öldüren, beni kullanan bir komplonun parçası olan birine neden iyilik yapayım?
—Çünkü bu iyilik sadece bana değil, tüm insanlığa yapılacak.
Kadının gizemli oyunlarından, söz cambazlıklarından artık sıkılmıştı ve bağırdı.
—Artık benden alacak bir şeyiniz yok! Canımı istiyorsanız zaten ondan da bu lanet dünyadan da kurtulacağım birazdan…
—Senden onu öldürmeni istiyorum.
Bu kadar mıydı? Tüm bu anlamsız konuşmanın varacağı yer burası mıydı? Kahkahalarla gülmeye başladı. Kadının duruşunda bir değişiklik olmamıştı.
— Pekâlâ. Onu öldüreceğim. Ama nasıl?
Kadın garip görünüşlü bir silah çıkartıp adama uzattı. Umursamaz bir şekilde silahı alan adam bulunduğu yüksek noktadan Li Yunga nişan aldı ve tetiği çekti.
Hedefini vurup vuramadığını bilmiyordu. Kalabalık bir birine girmiş, ortama kaos hakimdi. Dönüp kadına baktığında artık orada olmadığını gördü. Bu önemli değildi, artık hiçbir şeyin önemi yoktu. Atlamak için çatının kenarına yaklaştığında çatının orada olmadığını fark etti. Bu nasıl olmuştu? Artık rüzgârı da hissetmiyordu.
BabilX kulesinin lobisinden dışarıyı izlemekte olan çocuk hayatı boyunca unutamayacağı bir manzarayla karşı karşıyaydı. Annesi onu geri çekmeden önce cama sıçramış olan parçalar arasından yerde yatmakta olan beyaz önlüklü adamı görebiliyordu. Adamın yündeki gülümseme yıllar sonra onu uykusundan uyandıran ve yatmakta olduğu akıl hastanesi koridorlarında yankılanacak çığlıklarının sebebi olacaktı.

HİÇ GELMEYEN YOLCU

Uzun zaman önce, belki de hiç yaşanmamış bir çağda, çok güzel bir kız yaşarmış. Her günbatımında uzun siyah saçları, soğuktan kızarmış yanakları ve deniz yeşili gözleriyle, sahildeki kayalıkların üzerinden ufka bakar, umutla hiç gelmeyen yolcuyu beklermiş.
Kayalıkların yakınlarındaki köyde yaşayanlar bir anda ortaya çıkan bu kızla nereden geldiğini, neden orada beklediğini, kimi beklediğini ve buna benzer pek çok soru sormuşlar. Kızdan hiçbir cevap alamamışlar. Yinede bu iyi insanların pes etmeye niyeti yokmuş. Böylece kızın sessiz bekleyişiyle birlikte, köylülerin uğraşları da günlerce ve günlerce sürüp gitmiş.
Sonunda kızın amansız bir hastalığın pençesinde olduğunu düşünen köylülerin sabrı taşmış. Onlara göre bu hastalık kızın bedeninde değil, ruhundaymış. Onu zorla da olsa köye getirmek, varsa hastalığının çaresi, deva bulmak istemişler. Bunun için de köyün gençlerinden ikisini kızı getirmeleri için seçmişler.
Hamurlarında zor olmayan bu iki delikanlının yüreği köyden, kayalıklara kadar olan yol boyunca daraldıkça daralmış. Her ne kadar yaşlılar dediyse de, kızın arzusu olmadan kolundan tutup götürmek istememişler. Onun için kızın yanına geldiklerinde diller dökmeye, tatlı sözlerle onu köye gelmesi için ikna etmeye çalışmışlar. Geldiklerinde üzerlerinde olan güneş, denize kavuşup kaybolurken onlar konuşmaya devam etmişler. Ne var ki kız dönüp onlara bakmamış bile.
Delikanlılar pes etmişler. Ellerinden geleni yaptıkları için yürekleri ferahmış. Kızın iki yanına geçip, kollarından tutmak için davranmışlar. Ancak tuttukları sadece boşluk olmuş. Şaşkın delikanlılar bir daha denemişler, bir daha denemişler ama sonuç aynıymış. Soluğunu duyabilecekleri kadar yakınlarında duran kız, tutamayacakları kadar uzaklarındaymış. Şaşkınlık ve korkuyla dolan delikanlılar köye koşup, olan biteni anlatmışlar. Yaşlılar yeniden baş başa verip düşünmüşler. O gece köyde kimse uyumamış.
Merak içinde geçen gecenin ardından gelen gün parlak olmuş. Yaşlılar da bunu verdikleri kararın doğruluğuna yormuşlar. Köy meydanında toplanan ahaliye kızın yüceler tarafından gönderildiğini söylemişler. Bundan sonra kıza ‘Ubele’ yani ‘Bekleyen Güzel Ruh’ demişler.
Ubele’ye giymesi için giyecek, yemesi için bir sürü yiyecek getirmişler. Kız giysileri giyip, yiyecekleri yemiş. Gerçi hiç biri onu ne yerken, ne de giyinirken görebilmiş. Aylar, haftalar geçmiş. Köylüler yiyecek getirmeye devam etmişler. Bulabildikleri en güzel kumaşlardan rengârenk elbiseler yapıp ona vermişler. Mevsimler gelmiş, yıllar geçmiş. Ama kız hep beklemiş.
Sonunda köyün yaşlıları toplantı düzenlemeye karar vermişler. On üç gün boyunca, on üç ailenin, on üç yaşlısı, kafa kafaya verip konuşmuşlar. Ubele’nin neyi beklediğini, niye beklediğini çözmeye çalışıp, durmadan tartışmışlar. Bir cevap bulamadıklarını anlayınca da ‘En iyisi kumların bilgesine gidelim. O bilir Ubele’nin neyi beklediğini’ demişler.
On üçü birden bilgenin yaşadığı yere; savrulup kulaklarına, gözlerine dolan kumların olduğu, rüzgârın hiç dinmediği, güneşin kavurup susuz bıraktığı vadiye gitmişler. Pek çoklarının, pek çok isimle andığı bu yere onlar ‘Kumlar Vadisi’ derlermiş. Yaşlı Cheyous burada yaşar, kum taneleriyle ve rüzgârla konuşurmuş. Köyün en yaşlısından daha yaşlı, ama en gencinden daha dinç görünen, sevimli bir ihtiyarmış. Rüzgârdan ve güneşten yanmış kap kara bir derisi, bembeyaz dişleri varmış. Kafasının üzerinde tek bir saç bile yokmuş. Ama simsiyah sakalında ne bir ak, ne de bir boşluk bulunurmuş. Sakalı öyle gürmüş ki, gülümsediğinde karanlığın içindeki yıldızlar gibi parlarmış dişleri. Yaşını belli eden tek şey, kum rengi gözlerindeki yılların verdiği bilgelikmiş.
Zorlu yolculuğun ardından on üç evin, on üç yaşlısı, on üç günün sonunda, kumların bilgesi Cheyous’u bulmuşlar. Birinci evin yaşlısı söze başlamış; “Ey rüzgârları dinleyip, kumlarla konuşan bilge”... “Savrulup, gözlerimize ve kulaklarımıza dolan kumlar içinden on üç günde geldik sana.” diye devam etmiş ikincisi. “Gökteki güneş bizi kavurup, susuzluktan öldürmek üzereyken geldik huzuruna.” diye eklemiş dudakları sıcaktan çatlamış olan üçüncüsü. “Yüceler bize bir kız yolladı.” demiş dördüncü. Beşincisi kafasını sallayıp “Ubele dedik ona. Kayaların üzerinde durup, hep beklediğinden.” diye devam etmiş dördüncünün sözüne. “Siyah uzun saçlı, deniz yeşili gözleri, beyaz teniyle çok güzel bir kız.” diye eklemiş altıncısı. “Öyle güzel ki; köyümüzün kızları güzelliğine iç çekiyor.” demiş yedincisi. “Delikanlıları aşkından şaşkına dönmüş, şarkılar, şiirler yazıp anlatmaya çalışıyorlar aşklarını.” diye lafa girmiş sekizincisi. Dokuzuncusu sıkılmış konuşmalardan “İşin kısası…” derken tamamlamış onuncusu sözünü “Sana danışmaya geldik.” diye. “Kız nerden geldi, nereye gider, kimi bekler bilmeyiz.” demiş on birincisi. “Bu kız kimdir, nedir sen bilirsin.” demiş on ikincisi. “Ne yapmamız gerek ona huzur vermek için? Bize yol göster Kumların Yaşlısı Bilge Cheyous.” diye umutla sormuş on üçüncüsü. On üçü de birden “Kumların Bilgesi yol göster bize.” diye tekrarlamışlar hep bir ağızdan.
Cheyous durup düşünmüş önce. On üç yaşlının, on üçüne de tek tek bakmış. Kumlara uzanıp çıkardığı bir testi suyu uzatıp yaşlılara, beklemiş içmelerini. Yaşlılar şaşırmışlar ellerinde tuttukları testinin küçüklüğü karşısında. Olsa olsa birine yetermiş testi içindeki su. Ne yapacaklarını bilemeden kalakalmışlar öylece. Bilge “İçin testiden suyu, bereketlidir hepimize yeter.” demiş. Yaşlılar da dediğini yapıp içmişler teker teker ufak testiden. Hepsi de susuzluklarını gidermişler bilgenin dediği gibi. Sonra on üçüncü Cheyous’a uzatmış testiyi. Bilge de kana kana içmiş testinin serin, güzel suyunu.
Sonra ters çevirip yere boşaltmış geri kalanını. Demiş ki “Siz on üç evin on üç yaşlısı. On üç gün tartışıp, on üç günde geldiniz huzuruma. On üçünüz anlattınız derdinizi ve ben cevap vereceğim şimdi uğuldayan rüzgârın, kayaları döven kumların huzurunda... Ubele dediğiniz güzel kız bahtsızların en bahtsızı, şanssızların en şanssızı. Çünkü Aşk’ın kendisi lanetlemiş onu. Yüz yıllardır oradan oraya savrulup duran Maia’dır gerçek adı. Aşkın kör gözleri onu görünce açılmış, dağınık düşünceleri ona odaklanmış, merhametsiz olan yüreği merhametle dolmuş ve Aşk’ın kendisi aşka düşmüş, bu kız için. Ama onunla beraber olamazmış, onu sevemezmiş. Çünkü o tüm aşklardır ve aşkların tümü odur. Kıza verirse kendi aşkını, Maia’nın ölümlü varlığı kaldıramazmış bu yükü. Cehennem alevlerinden daha sıcak, dondurucu soğuğundan daha soğuk, günahkârlara verilen cezaların en ağırından daha ağır bir cezaya mahkûm olurmuş ruhu. Onun için aşk düşünüp taşınmış ve karar vermiş sonunda. Böylece ona ‘özlem’i vermiş. Hiç bitmeyen, hiç gelmeyeceğe duyulacak özlemi. Onu kıskanıyormuş Aşk. Onun olmuyorsa kimsenin olmamalıymış. Çünkü Aşk bencillerin babasıdır. O günden sonra da Maia diyar diyar dolaşıp, hep gelecek diye o meçhul yolcuyu beklemiş. Hiç konuşmamış, uyumamış sadece beklemiş. Gittiği yerlerde ona isimler verilmiş, sonra bu isimler unutulup, kaybolmuş ama o hep beklemiş.”.
On üç yaşlı da iç çekip, kederlenmişler Maia’nın kaderine. On üçü birden sormuş yaşlı bilgeye “Şimdi bizim köyümüzde, kayaların üzerinden bakıp ufka, bekliyor hiç gelmeyecek olanı. Ubele dedik ona; ama öğrendik kadersizler kadersizi Maia olduğunu. Şimdi söyle bize ey bilge kişi. Ne yapmalı, ne etmeli de kurtarmalı şanssızlar şansızını bu acı kaderden?”.
Cheyous düşünmüş önce. Çünkü bilge kimseler düşünüp konuşurlarmış hep. Demiş ki “On üç evin, on üç yaşlısı. Bu testiden dökülen su kurumadan çıkın yola. On üç gün sürecek yolculuğunuz ve ben on üç gün, on üç testi su dökeceğim toprağa. On üçüncü günün sonunda on üç balta alıp, on üç meşe keseceksiniz. On üç meşeyi, on üç gelinlik kız, on üç damatlık delikanlı taşıyacak. Sahilde dizeceksiniz on üçünü yan yana. Bağlayacaksınız on üç ipi, on üç perçinle. On üç koyun kesip, yerleştireceksiniz yaptığınız salın üstüne. İtecek on üç çocuk adaklarla dolu salınızı suya. Dalgalar alıp götürecek onu uzaklara. On üç gün göremeyeceksiniz onu. Ama her gün on üç kız ve on iç delikanlı gidip sahile, bir avuç toprak atacak her biri denizin sularına. Bunları yaptığınızda ‘Suyun Görkemli Bakiresi’ gelecek size on üçüncü günün sonunda. Ona soracaksınız Maia’nın nasıl kurtulacağını. Çünkü Suların Bakiresidir kızların koruyucusu, belaların temizleyicisi, arınmanın timsali. Ben ancak bu kadarını söyleyebilirim. Şimdi çıkın yola testiden dökülen su kurumadan.”
On üç yaşlı böylece çıkmış yola. On üç gün sürmüş yolculukları. Sonunda köye varmışlar. Anlatmış Ubele olarak bildikleri Maia’nın kaderini. Ve anlatmışlar Kumların Bilgesi’nin söylediklerini. Sonra on üç balta alıp, on üç meşe kesmişler. On üç gelinlik kızla, on üç damatlık delikanlı taşımış meşeleri sahile. On üç ipi, on üç perçinle bağlamış, on üç koyunu kesip koymuşlar üzerine. On üç çocuk itmiş, adaklarla dolu salı denize. Dalgalar alıp götürürken izlemiş tüm köylüler yavaş yavaş kaybolan salı. On üç kız ve on üç delikanlı, bilgenin dediği gibi her gün sahile gidip birer avuç toprak atmışlar denize ve on üçüncü gün geldiğinde belirmiş ‘Suların Görkemli Bakiresi’, meşeden yaptıkları salın üzerinde. Usulca süzülmüş kıyıya, tüm ihtişamıyla.
Teni su, saçları rengârenk yosunmuş Suların Bakiresi’nin. Gözleri derinliklerin mavisi, dişleri inci, tırnakları deniz kabuklarıymış. Öyle güzelmiş ki, on üç yaşlı yemin etmişler ondan daha güzel bir şey görmediklerine. Sal kıyıya yanaştığında Suların Görkem’i gülümseyip, basmış ayağını toprağa. Adımladıkça kumsalı, arkasından deniz gelmiş tüm canlılığıyla. Topuklarının izinde denizin bin bir canlısı oynaşmış. Yosunlar kaplamış ayak izlerini.
Hayat veren durup on üç yaşlının karşısında dile gelmiş birden. “Siz toprağın ahalisi beni çağırdınız, derinlerdeki yurdumdan. Şimdi söyleyin isteğinizi ki, bedelini söyleyebileyim sizlere. Nedir benden isteğiniz?” On üç evin on üç yaşlısı bir adım öne çıkıp “Hayat veren suyun, bakir anası; bizlerin Ubele dediği, binlerce ismi olup, binlerce kez unutulmuş olan Maia içindi çağrımız. Aşkın lanetiyle yitmiş olan bu kadersiz varlığı kurtarmanın yolunu anlat ki, acılarını dindirip, ruhunu özgür kılabilelim.” demişler. Böylece razı olmuşlar ödeyecekleri bedele.
İstemiş Suların Görkem’i onlardan on üç gelinlik kızla, on üç damatlık delikanlıyı. Yaşlılar üzülmüş, anaların, kardeşlerin, babaların yüreklerine hasret acısı dolmuş; ama on üç gelinlik kızla, on üç damatlık delikanlı gelip eğilmişler kudretli varlığın önünde. Engin şefkatiyle bir ana gibi sarmış onları taze yosunlarla. Ne on üç yaşlı, nede on üç haneden bir kimse bilememiş onların akıbetlerini. Zaman acımasız akışına devam ederken insanlar unutmuş onları.
Okyanusların derinliklerindeki yurtlarında mutlu yaşamışlar her biri. On üç krallık kurmuş onlara Kudretli olan. On üç ülke vermiş yönetsinler diye. Ve onlar güzellikleriyle bilinen su halkı olmuşlar. Masallarda, efsanelerde bahsedilir onlardan. Sonsuz yaşamı bulan on üçün çocuklarından ve onların en bilgesi Ivy den.
Kudretli olan, bedeli ödendikten sonra on üç hanenin on üç yaşlısına anlatmış Maia’nın kurtuluşunu. “Toprakta yetişmemiş bu bitkiyi, on üç gün kurutup, on üç gün döveceksiniz. On üç gün karanlık bir yerde bekletip, suya karıştıracak ve bir boğaya içireceksiniz. Boğa on üç gün sonunda ölecek. Ölü boğayı kesip, kanını süzeceksiniz. Süzdüğünüz bu kanı, kadersiz olanın yiyeceğine katacaksınız. Sizin Ubele dediği, adı Maia olan, on üç saat sonra ölecek. Öldüğünde Aşkın dokuduğu özlem zincirlerinden kurtulacak yüreği. İşte o zaman sakız ağacı tomurcuklarından yapılan bu esanstan on üç damla damlatacaksınız ağzına. Bu burcu özüdür ona hayat verecek olan. On üç gün uyuyacak kayaların denizle buluştuğu yerde. Sular onu kucakladığında dönecek fani hayata.”
On üç yaşlı başlarını sallayıp “Yapacağız bunları Suların Görkemli Bakiresi. Ama merak ederiz hayata dönen Maia’nın kaderini.” demişler hep bir ağızdan. Sular gibi dingin olan konuşmuş o zaman; “Bir gün ölecek o da sizler gibi, ama uzun yaşayacak. Torunlarının torunlarını görecek. Çünkü o bin hayatın çilesini taşıdı uzun zaman. Bedeli ödenecek çektiklerinin, aşk ödeyecek son bedeli ve topraktan gelecek hep beklenip, hiç gelmemiş olan. İnsanların en bilgesinden daha bilge, en kurnazından daha zeki olana Botas diyecekler. Mutlu olacaklar bu hayatta. Soyları köyünüzün on üç hanesinin, on üçüyle karışacak. Felaketler gelip, tanrılar unutulduğunda, afetler yaşanıp, yaşam sonlandığında bir tek bu soy kalacak ayakta. Yeniden inşa edecekler dünyayı. Onlara “Andris halkı” denecek. Hüküm sürecekler bin yıl kadar. Sonra bölünüp, parçalanacaklar. Yıkılacak yapıtları, gömülecek toprak altına. Bilmeyecekler on üç yaşlı bilgeyi, bilmeyecekler Suların Görkemli Bakiresini. Bilmeyecekler yapılan fedakârlıkları ve bilmeyecekler hayata dönmüş olan Maia ile topraktan gelen Botas’ın aşkını ama Andris kanı akacak insanların damarlarında. Çağlar sonra Andris soyundan gelen kızlardan bazıları, Maia’ya benzeyecek. Onun gibi bakıp, onun gibi görecek. Ve onun gibi bekleyecekler mutluluğu. Sonra onlarda Botas gibi düşünüp, onun gibi seven delikanlılarla karşılaşacaklar. Bilmeyecekler mutluluklarının ve sevgilerinin kaynağının ne olduğunu. Sadece sevecek ve yaşatacaklar Maia ve Botas’ın aşkını.”.
On üç yaşlı, on üç damla gözyaşı dökmüş toprağa. Mutlu olmuşlar Maia’nın kaderine. Ve yapmışlar Kudretli olanın dediklerini. Kurtarmışlar Maia’yı özlem zincirlerinden. Sarılmış uyandığında on üç yaşlının boynuna tek tek. Dönüp sırtlarını denize, bakmışlar toprakla göğün birleştiği yere. Fazla beklemeleri gerekmemiş çünkü gelmiş sonunda, hiç gelmeyen yolcu. Mutlu bir hayatları olmuş yıllarca. Torunlarının torunlarını görmüşler ve sonra onlar da karışmışlar toprağa. Anıları kalmış sadece. Onlar da solup gitmiş, unutulmuş geçen zamanda. Onlardan doğan Andris halkı bin yıllık bir uygarlık kurmuş Yenidünya’ya afetlerden, felaketlerden sonra. Roma demişler bu uygarlığa. O da dağılıp parçalanmış, gömülmüş zamanın kara topraklarına.
Şimdi kimse hatırlamıyor onları. Ama ben hatırlıyor ve anlatıyorum hiç gelmeyecek olanla, Maia’nın yaşadıklarını. Damarlarımda hissediyorum çünkü Botas’ın kanını, onun sevdasını. Maia’nın gözlerine sahip olan okuduğunda bu anlattıklarımı, bilsin istiyorum ona gitmek için ne uzun yollardan yürüdüğümü. Ve Maia’nın hayata döndüğü bu günde, ekimin on üçü denilen bu tarihte, ona veriyorum tüm kalbimle artık masal olan bu gerçeğin anlatısını. Gerçek kılabilsin istiyorum çünkü Maia ve Botas’ın aşkını.

YİRMİNCİ YÜZ YILDA BİR OEDİPUS; MARTİN HEİDEGGER ve DÖNÜŞÜMLERİ

I. Kader ve Baş Kaldırı:
Efsaneye göre lanetlenen Laios’un oğlu Oedipus babasının emri üzerine ölüme terk edilmiştir. Ancak vicdanının sesini dinleyen kralın yardımcısı, onu komşu krallığa bırakır ve talih bu ya çocukları olmayan Corinth Kral ve Kraliçe bahtsız çocuğu evlat edinir. Bu mutlu tablo günün birinde Kralın davetlilerinden biri tarafından bozulur. Oedipus evlatlık olduğunu öğrenmiştir. O güne kadar öz annesi ve babası olarak bildiği Kral ve Kraliçe’ye bu bilgiyi doğrulamak için baskı yapar. Ancak her ikisi de bu bilgiyi yalanlar. Bunun üzerine Oedipus araştırma yapmak için Delphoi tapınağına gittiğinde, etrafına örülmüş olan lanetle ilk tanışıklığını yaşar. Babasını öldürecek ve annesiyle evlenecektir. Oedipus kaderinden kaçmak, ebeveynlerine zarar vermemek için Corinth’i terk eder. Ancak işler Oedipus’un istediği gibi gitmez.
Ölüme mahkûm bir çocuktan, soylu bir prense, bir kahramandan baba katiline ve bilmeden işlediği bir günahın bedelini ödeyen berduşa dönüşen bu kahramanın tarihteki yeri ve önemi tartışılamaz.
Sophocles’in yazdığı üçlemenin merkezinde bulunan, pek çok araştırmaya ve sanat eserine konu olmuş bu trajik kahramanın yaşamının, yirminci yüzyılın ve varoluşçu felsefenin önemli düşünürlerinden biri olan Martin Heidegger’in yaşamıyla örtüştüğünü söylemek elbette hatalı bir yaklaşım olacaktır. Ancak bu yazıda yapılmak istenilen bir insan olarak Heidegger’in bireysel tarihinde yaşadığı dönüşümlere, uğradığı felaket ve yıkımlara, farklıda olsa benzer bir yaşam sürece sahip olan ünlü tragedya kahramanı Oedipus çerçevesinden bakarak filozofu bir karakter olarak inceleyip, anlamaya çalışmaktır.
Geçim sıkıntısı yaşayan bir ailede doğan Martin Haidegger’in babası bir kilise görevlisi ve fıçı ustasıdır. Oğlunun da Roma Katolik inancına göre yetişmesini isteyen Friedrich Heidegger, Martin’in de kiliseyle yakın bir ilişki içinde olmasını sağlamıştır. Böylece Martin iyi bir Katolik olarak yetişmiştir. Ne var ki 1907’de bir rahibin henüz 17 yaşında olan Martin’e Franz Brentano’nun doktora çalışması vermesiyle Martin’in yaşadığı ilk değişim süreci başlamıştır. Felsefe ile tanışması gelecek günlerde sahip olduğu inancı sorgulamasına sonunda da bir ateist olması neden olacaktır.
Böylece Martin’de evlatlık olduğunu öğrenen Oedipus gibi bilme isteğiyle evinden ayrılmıştır. Oedipus’un aksine görücülere değilse bile, üniversite eğitimi için Freiburg Üniversitesine gitmiştir. Ancak ailenin üniversite masraflarını karşılayacak durumu olmadığından, tıpkı Oedipus gibi olacağı kişi olmak için gereken kaynağı başka bir yerden bulmuştur. Martin kilise mensuplarının yararlana bildiği ve sadece ilahiyat eğitimi için kullanılabilen bir burstan yararlanmıştır.
İlahiyat Fakültesinde eğitimine devam ederken üniversite kütüphanesinde karşılaştığı Edmund Husserl’in “Mantık Araştırmaları” kitabının ikinci cildi olan Fenomonoliji’den oldukça etkilenir ve eğitiminde yön değiştirmeye karar verir. Fenomonoloji Martin Haidegger’in kaderini belirleyecek olan kehanet olarak da düşünüle bilir. Takip dört yıl boyunca felsefe dersleri alır. Bu noktada Oedipus’un Delphoi’de öğrendiği kehanetin ardından kaderinden kaçmak için uzaklaşması gibi Martin Heidegger’in de olunması istenen şeyden uzaklaştığını göre biliriz. Trajik kahramanların ortak noktası olan kaderine baş kaldırma sonrasında gelecek sürecinde bir nevi habercisidir.
Martin Heidegger düşüncesini Varlık Problemi çerçevesinde felsefeye yöneltti. Özellikle Dostoevsky, Sören Kierkegaard ve Friedrich Nietzche’nin eserlerini okuması düşün dünyasının bu problem üzerine yönelmesine neden oldu. Dostoevsky’nin ve Nietzche’nin tanrı kavramı üzerine söyledikleri, onunda Oedipus’un babası Laios’u bilmeden öldürmesi gibi inancındaki babayı yani tanrıyı öldürmesi için kullandığı kılıç olmuştur.
II. Yükseliş, Sadakat ve Tercih:
O güne kadar evi olarak bildiği Corinth’e dönemeyen, bilmeden babası Laois’i öldüren Oedipus artık yollarda başıboş dolanmaya başlar. Sonunda Thebai'ye varır. Şehrin üzerinde bir bela vardır. Sfenks yolcuları gözetleyip, her birine bilmecesini sorar; hiç kimse bilmeceyi çözemez, o da hepsini parçalayıp yer. Thebaililer her gün agoraya toplanarak bilmecenin cevabını bulmaya çalışırlar; kralları yeni öldürülmüş olduğundan kendilerini sfenksten kurtaracak olan kimseye sitenin tahtını da söz verirler. Oedipus şehre girerken Sfenks’le karşılaşır. Bilmece ona da sorulur:
"O hangi yaratıktır ki bir süre iki ayak üzerinde, bir süre üç, bir süre de dört ayakla yürür ve de, doğa yasalarına aykırı olarak, ayakları en çok olduğu zaman güçsüzdür?"
Oedipus söyle bir düşünür ve yaratığın insan olduğunu söyler: İlk çocukluğunda insan dört ayağı üzerindedir, emekler, daha sonra da iki ayağı üzerinde yürür, nihayet yaşlanınca da bir sopaya dayanır.
Sfenks sorusunun çözülmesiyle intihar eder. Thebaililer kurtarıcılarını alkışlar, onu kral yapar ve kraliçe ile evlendirirler. Şu halde Oedipus, annesi Iokaste ile evlenmiştir.
1913’de Doktorasını tamamlayan Martin Heidegger, 1923 yılında Marburg Üniversitesinde doçent olur. Burada kendisi gibi felsefeci olan önemli kimselerle tanışma fırsatı bulur ve verdiği seminerler, dersler beğeni toplar. Artık Oedipus gibi o da kendi Sfenks’iyle mücadeleye hazırdı. 1927 yılında “Varlık ve Zaman” adıyla yayınladığı kitabıyla büyük ilgi çeker ve Marburg Üniversitesinde felsefe profesörü olur.
Heidegger’e göre hakkında konuştuğumuz, fikir sahibi olduğumuz ya da şu veya bu şekilde ilişki kurduğumuz her şey bir varolandır ve bu durumda bizler de neliğimiz ve nasıllığımızla birer varolanızdır. … Dasein diğer var olanlar arasında bulunan herhangi bir varolan değildir. Onu diğer varolanlardan farklı yapan özelliği; bir varolan olarak kendi varlığına sahipken, aynı zamanda kendi varlığını mesele etmesidir. Dasein kendi varlığı içinde, varlığı şu ya da bu biçimde anlayabilmektedir yani varlık Dasein’e kendi varlığı sayesinde ve kendi varlığı içinde açımlanır. “Bizatihi varlık anlayışına sahip olmak, Dasein’ın bir varlık belirlenimidir.” Bu düşünüşün ışığında diyebiliriz ki Heidegger’in de Sfanks’in sorusuna verdiği cevap “İnsan.” dır.
1933’e gelindiğinde Nazi Partisi bir veba gibi ülkeye yayılmış ve güçlenmiştir. Aynı yıl Martin Heidegger’de Freinburg Üniversitesine rektör seçilir ve NSDAP’a resmen üye olur. Çalışma arkadaşları, öğrencileri, onu tanıyan kimseler bu karar karşısında şaşkına dönerler. Ancak Martin Heidegger, Oedipus’un aksine bilinçli olarak ana yurduna bağlılığı tercih etmiş, konuşmaları ve düşüncelerini bu konuda şekillendirmiştir. Veba salgınını araştırmaması konusunda Teresias’ı dinlemeyen Oedipus gibi o da doğru gördüğü düşünce yönünde hareket etmeyi tercih etmiştir. Bunun sonucu da yitirdiği dostluklar ve günümüzde bile tartışılan, zaman zaman felsefeci kimliğinin önüne geçen saygınlığına ilişkin tartışmalar olmuştur.
Bu noktada Martin Heidegger’in felsefi düşünüşünde de bir dönüşüm söz konusu olmuştur. Artık Dasein’la değil Varlık’la (Sein) ilgilenmektedir. Ve bu anlamdaki genel varlığın Antik Çağ’ın düşünürlerinin özellikle Herakleitos, Parmenides, Anaxagoras, Platon ve Aristoteles’in aletheia, logos, physis ve benzeri kavramlarına başvurarak, Alman şairi Hölderlin’in şiirlerinde tecrübe edilebileceğini öne sürmektedir.
III. Sürgün:
Thebai'da veba salgını yaşanır, artakalan insanlar Oedipus'a tekrar onları kurtarmaları için yalvarır. Oedipus, Delphooi kâhinine danışır; kâhin ona orada mutluluk içinde yaşamakta olan günahkârı ülkeden kovmasını önerir. Oedipus eski kral Laios'a karşı işlenip cezasız kalmış olan cinayetin söz konusu olduğunu düşünür; suçluyu cezalandırmaya ant içer. Kör kâhin Teireisias'a sorar, kâhin açığa vurur ki, katil Oedipus'un ta kendisidir, o hem de kendi annesinin kocasıdır. Oedipus araştırır, Laios'un Delphoi'ye giderken öldürüldüğünü öğrenir ve aklına aynı yolda karşılaşıp öldürdüğü yaşlı adam gelir. Öte yandan Oedipus, Iokaste'dan duyduğu bir öyküyü hatırlar: Iokaste'ın ilk kocasından bir çocuğunun ölmesi için ormana bırakılması. Oedipus ormana bırakılan çocuğun kendisi olduğunu anlar. Kehanet gerçek olmuştur. Günahları yüzünden kan ve kedere gömülen, herkes tarafından terk edilen Oedipus artık sadece kör bir dilencidir.
Martin Heidegger 1934 yılında hükümetin kendisinden istediği yaptırımları uygulamaz ve bunun sonucu olarak rektörlük görevinden alınır. Nazi ideolojisinin yanlışlığının farkına vararak, yaptığı derslerde bu düşünceyi eleştirdi. Tabi hükümetin baskısı da beraberinde geldi. Zaman zaman derleri iptal edildi, yayın yapması yasaklandı, sonunda siper kazması için Rhine’a yollandı. Heidegger, Oedipus gibi olmasa da günahının farkına vardı. Ancak o kendini kör etmedi. Nazi Almanya’sının çöküşünün ardından işgalci devletler Profesörlük unvanını geri aldı. Üniversitede hocalık yapmasını yasakladı. Zaman zaman başka ülkelerde konferanslara katılma fırsatı bulsa da o da Oedipus’un yaşadığı sürgün hayatına mahkûm olmuştu.
IV. Sonuç:
2 Mayıs 1976’da ki ölümüne kadar hayatının geri kalanını Freiburg, Kara Orman’da ki evinde inzivada geçiren Martin Heidegger, geçmişte yaşananları ölümünden sonra yayınlanması koşuluyla Der Spiegel dergisiyle yaptığı röportajda anlatır. Yapmış olduğu şeylerden pişmanlık duymadığı ve ya kimseden özür dilemediği görülür. Çünkü o da Oedipus gibi yapmış olduklarını kendi tercihleriyle yapmış, bir değeri bir başka değer karşısında savunurken, trajik kahramanlarda olduğu gibi özgür iradesini kullanmıştır.
Bu yazıda Oedipus karakteri üzerinden baktığımız hayatındaki değişimlerin ne denli büyük olduğunu göstermek ve biraz olsun Martin Heidegger’i tanımaya çalıştık. Bir insan olarak Martin Heidegger’in inişli çıkışlı, zaman zaman oldukça zor bir hayat yaşamış olduğu görülmektedir. Bu zorluklarla bir şekilde baş edecek güçte, boyun eğmeyen bir yapıda olduğu da anlaşılmaktadır.
Bir değer taşıyıcısı olan bireyin, tıpkı tragedyalarda olduğu gibi, değişimlere, dönüşümlere ve belki felaketlere gebe olduğu Martin Heidegger’in yaşamına bakılarak görüle bilmektedir.

RÜZGAR, NEHİR ve YAPRAK OYUNU

Uygun şartlar bir araya geldiğinde olacak olan kaçınılmazdır. Eğer bir ağaçsanız ve kışın yapraklarını dökmeyen o şanslı azınlıktan biri değilseniz, şu an kuzeyden esmekte olan rüzgârın yapraklarınızı sizden kopartacağını bilirsiniz. Bu gerçekten canınızı yakan bir süreçtir. Kaçınılmaz olması durumu kabullenmenizi kolaylaştırır sadece.
Nehrin kenarına gelip yazın gölgemde oturan, kışın sevgilisiyle gelip romantik anlar yaşayan ya da yakındaki yoldan geçmekte olan herhangi bir insan bana baktığında çekmekte olduğum ya da çekecek olduğum acıyı düşünmez. Özellikle âşıkların, benim bir şeyler hissediyor olduğuma dair fikirlerinin olmadığını gövdemdeki kalp oymalarından anlayabilirsiniz.
Yine de bir ağaç olmaktan, büyüyüp, serpildiğim yerden mutluyum. Hemen yanımdan akıp giden nehrin bu mutlulukta payı büyük. Özellikle keyifsiz yaprak dökme sürecimi bir tür eğlenceye çevirmeme yardımcı oluyor. Nasıl mı? Bir sonraki rüzgârla nasıl olduğunu anlatacağım. Şimdi sizden tek istediğim nehrin üzerine eğilmiş olan şu kalın dalın ucundaki yaprağa bakmanız. Hayır, o değil. Ucundaki diyorum. Evet, o. Onu diğerlerinden ayırmak için bir isim vermemiz işimizi kolaylaştıracaktır. Ona “Martin” diyelim. Bu yörede oldukça sık rastlanan bir isim. Hem kulağa da hoş geliyor. Yolculuğa başlamadan önce küçük bir hatırlatma; bana değil Martin’e odaklanın. Ve işte beklenen rüzgâr geliyor…
Bulunduğu yerden koparılıp alınmak benim olduğu kadar Martin’in de canını acıtıyor olsa gerek. Ne var ki bir kez bulunduğu daldan ayrıldığında tüm yapraklar büyük bir mutlulukla rüzgârın gidişine kapılıp, uçabildiği kadar uzağa uçmaya çalışır. Varmak istedikleri yer neresi, neye ulaşmaya çalışıyorlar bilmiyorum ama özgürce uçuşlarını izlemek keyif verici.
Tabii ki sürekli uçamıyorlar. Ya rüzgâr kesiliyor ve düşüyorlar ya da rüzgârında etkisiyle hızla nehrin sularına çarpı veriyorlar. Martin’in de pek başarılı bir iniş gerçekleştirmediğini görüyoruz. Yinede suyun üzerinde kalmayı başardı.
Bu yeni bir deneyim. Ortam oldukça yabancı. Yeni gelenlerin nasıl davranması gerektiğine dair bir fikirleri yok. Nehrin yukarısından suya düşmüş olan yapraklar onlara hemen yaklaşıyor. Nasıl ilerleneceğini diğerlerine gösteriyorlar. Pek çoğu, şu an Martin’in de başarmış olduğu gibi su yüzeyinde gitmeyi kolaylıkla öğreniyorlar.
Tabii uyum sorunu yaşayanlar, bir anda batı verenler de olmuyor değil. Yine de bu olağan bir durum. Her yaprak bulundukları yerden koparılırken aynı değildir en nihayetinde. Böceklerin, güneşin, rüzgârın, yağmurun, … daha sayılabilecek pek çok etkinin iyi ve ya kötü davrandığı, şanslı ve ya şansız olanların aynı şekilde yüzmesini kimse bekleyemez değil mi?
Martin nehrin en hızlı akan noktasında. Zor bir başlangıç olacak onun için. Yine de kaybedilmiş bir şey yok. Kıyıdaki daha sakin sulara düşüp hiç ilerleyemeyerek suyun üstünde çürüyen, nehre bile ulaşamadan yere çakılan öyle çok yaprak gördüm ki onun adına üzülmemem gerektiğini biliyorum.
Martin biraz tedirgin. Neler olabileceğini, nereye gittiğini, neden orada olduğunu henüz kestiremiyor. Gördüğünüz gibi hareketleri biraz tutuk. Bunun nedeni onun ne olduğunu henüz bilmemesinden kaynaklı. Bir dalın ucunda salınan sıradan bir yaprakken, şimdi akıntıyla mücadele etmekte. Belirsiz bir durum içinde kalmak kimi zorlamaz ki.
Yinede Martin suya alışmış gibi görünüyor. Yanında ilerleyen diğer yapraklarda en az onun kadar başarılı bir şekilde yollarına devam ediyorlar. Martin’e baksanıza, kendi etrafında dönmeye başladı. Daha neler yapabileceğini merak ediyor olmalı. Diğerleri de ona uydular şimdi. Hep beraber dönerek ilerliyorlar. Daha eski olan yapraklar yeni gelenlerin gidişlerini farklı tepkiler vererek izliyorlar. Bakın bir kaçı dönen gruptan uzaklaşıyor. Diğer ikisi yenilere katılmış dönüyor. Hiçbir şey onları endişelendirmiyor. Nasıl eğlendiklerini görüyor musunuz? Martin ve yanındaki diğer yeni yapraklar gitmekte olduklarının farkına vardılar. Bunun tadını çıkartmaya çalışıyorlar.
Kıyıdan onlara katılabilmek için çabalayan yapraklara da bakın. Hızlı akıntıyı yakalayabilmek için büyük bir mücadele veriyorlar. Yakınlarındaki eski yapraklar sakince ilerlemeye devam ediyorlar. Çünkü biliyorlar ki onların gidişi daha farklı bir yolculuk. Başka yaprakların hızları, manevraları, kısacası serüvenleri onlar için bir şey ifade etmiyor. Her yaprak kendi akıntısını izler. Yinede kıyıdaki yeni yapraklar mücadele etmeye devam ediyorlar.
Şimdi lütfen Martin’in hemen yanındaki geniş yaprağa dikkatinizi verin. Su almaya başladı. Birazdan büyük bir değişime şahit olacaksınız. Martin onu fark etti ve yanına yaklaşıyor. Diğerleri de bir şeyler olduğunu anladılar. Artık hiç biri dönmüyor. Gruptaki eski yapraklar yollarına devam ediyorlar. Ama nehirdeki yeni yapraklar batmakta olanın etrafını sardılar. Ne kadar da çaresizler değil mi? İlk defa bir yaprağın nehirdeki gidişinin sonlandığını görüyorlar. Martin ve birkaç yeni yaprak daha gövdelerini geniş yaprağa yaslayıp, onu yüzdürmeye çalışsa da birazdan bunun sonuçsuz bir çaba olduğunu anlayacaklar. Geniş yaprak, Martin’in tırtıklı kenarlarından kayıp suya gömülüyor. Şimdi hepsi garip bir ruh durumu içindeler.
Bu ne korku, ne hüzün, ne acıma, ne acı. Bu uçsuz bucaksız nehirde ki ben bile buradan sonunu göremiyorum, belki de sonu yoktur, her daim yüzemeyecek olduklarının bilgisi ile karşı karşıyalar.
Hiç biri ne yapacağını bilmiyor. Hatta bakın birkaç tanesi olanlara rağmen tekrar kendi etraflarında dönmeye başladılar. Martin’de kararsız görünüyor. Hiç bir şey olmamış gibi dönmeye çalışıyor. Bir, iki… Ama dönüşlerindeki kararsızlık ve isteksizlik fark ediliyor değil mi? Çünkü yeni bilgisiyle artık o eski yaprak değil. Kıpırtısız, akışa bırakıyor kendini.
Suyun seni götürmesine izin vermek, gitmek değildir. Martin bunu kavradı sanırım. Yoklukla yüzleşmek, ne kadar eksik olduğu bilgisini de beraberinde getirdi. Martin ve diğerleri, istisnasız hepsinin bir zaman, bu bir sonraki an da olabilir, suyun içine batıp bir daha çıkamayacaklarını artık biliyorlar.
Şimdi Martin’in biraz ilerisine baktığınızda göreceğiniz gibi nehirdeki akıntı her zaman düz bir rota izlemiyor. Ayrıca suyun üstüne çıkmış kayalar, dalları nehre dokunmakta olan ağaçlar, derinlik farkından dolayı oluşan küçük girdaplar ve şelaleler rahat bir yolculuğu engelliyor.
Martin’in ile birlikte ilerleyen yapraklar önlerinde beliren kayayı gördüler şimdiden. Kenara çekilmeye, kayaya çarpmadan bir şekilde yollarına devam etmek için bir çözüm bulmaya çabalıyorlar. Kimi korkuya kapılıp bir şey yapmadan kayaya doğru gidiyor, kimi akıntıya rağmen sabit kalmaya, kimi de manevralar yaparak kayanın açığından geçmeye çalışıyor.
Martin’de kayayı gördü. Ama o diğerlerinin aksine sakin kalmayı başarıyor. Kayanın gerçekliğinin de farkında. Yinede istifini bozmadan akıntıyla birlikte sürükleniyor. Daha eski bir yaprak onun rotasını bozmak için Martine çarpmaya çalışıyor. Çünkü daha önce karşılaştığı zorluklardan o uzak durmayı becererek kurtulmuş. Doğru olan uzak durmak onun için. Ancak Martin, bu eski yaprağın ona çarpmasını engellemek için olduğu yerde bir dönüş yapıyor. Çünkü Martin’e göre doğru olan bu gerçekliği yani kayanın varlığını kavrayıp, tehlikeyi de göze alarak kayanın yanından tıpkı suyun yapmakta olduğu gibi geçmek.
Peki geçtiğinde ne olacak? Bunu bilmiyor olması geçmek istemesini engellemiyor. Aldığı karardan dönmese de kaygılanmadan edemiyor. Çarpmaktan korktuğu için değil bu kaygı. Belki nehrin kayadan sonra ne tür şeylerle dolu olduğunu öğrenmek istiyor sadece. Yinede emin olamıyor. Hissettiği tek şey kaygı. Ne olabileceğinin kaygısı.
Kayaya yaklaştıkça akıntı hızlanıyor. Artık kayanın biraz ötesinde oluşmuş ufak girdaplar da Martinin görüş alanında olsa gerek. Şimdi bir tercih yapmalı. Olabilecek olan pek çok şey var. Tahmin edebildiği ve edemediği pek çok sonuca gebe bir noktada. Neyi seçeceğini ben de merak ediyorum doğrusu.
İtiraf etmeliyim ki bunu beklemiyordum. Yaptığı manevrayı kaçırmadınız değil mi? Sağındaki girdaba girip, kendisini kayanın üzerine nasılda fırlattı. Kesin çarptı dediğim anda kayanın kestiği köpüklü akıntıyı yakalayıp sol taraftan kayıp gitmesi inanılmazdı. Onda da daha önce pek azında gördüğüm bir potansiyel var. Bana daha önce takip ettiğim bir yaprağımı, Friedrich’i hatırlattı.
Martin’in arkasından gelmekte olan diğer yapraklardan da kayayı geçenler oluyor. Hepsi bir birinden farklı bir şekilde geçiyor. Baksanıza aynı daldan düşen iki yaprak bile bir birine benzer ama farklı hareketlerle bu engeli aştılar. Hepsinde kendine özgü çözümü görebilmişsinizdir umarım.
İşte bu her yaprağın kendine özgü olmasından kaynaklanıyor. Hiç biri bir diğeri değil, bir diğeri de bir başkasına benzemiyor. Oysa hepsi aynı yolu kullana bilirlerdi. Martin’in riskli görünen ama işlevselliği tartışma götürmeyecek hareketi diğerleri için doğru bir örnekti. Ama sizin ve benim yapacak olduğum gibi kendi doğrularını izlediler öyle değil mi?
Martin giderek uzaklaşıyor. Önünde pek çok engel daha var. Ama eminim ki onları da bir şekilde aşacak. Kendisini keşfettiği gibi yeni yaprakların, belki eskilerinde kendilerini bulmalarına yardımcı olacak. Belki de sadece kendi macerasıyla ilgilenecek. Her ne olursa olsun onun da bir gün nehrin sularına batacağı kesin. Tabi bunu kendim içinde söylüyorum. Bir gün gelip baktığınızda gövdesi kalp şekilleriyle oyulmuş bu ağacı bulamayacaksınız. Ben çoktan nehirdeki macerama başlamış olacağım. Martin’in de günü geldiğinde benim de nehrin sonuna ulaşamayacağımızı hissediyorum. Hem kim bile bilir ki bir sonu olup, olmadığını.
Sizi sıkmadım umarım. Bu oyun beni hiç sıkmaz. Bakın bir rüzgâr daha geliyor. Bu seferki yaprağın adı “Jean” olsun…

BİR ELMA DÜŞTÜ AĞAÇTAN…

Dünya gerçekten o kadar küçük mü ya da bir saniyede oluveren şeyler “bin, iki bin, milyon…” yıl uğraşılsa, yine aynı şekilde olma olanağına sahip değil mi? Tabi bu soruları tek tek irdelediğimizde farklı enginlikler içinde kaybolma tehlikesiyle yüz yüze kalıyoruz. Sonuçta dünyanın insan bilincindeki görece algısından ve olma olanaklılıklarından bahsediveriyorum bir çırpıda. Ne var ki üstünde durmak istediğim nokta her ikisi de değil. Bana bu soruları sorduran “Tesadüf” olgusunun garip doğası.
Nedir bu tesadüf ya da başka bir deyişle tesadüfî olan? Yoksa hepsi bir aldatmaca, insanın kendisine oynadığı oyunlardan birisi mi? Her ne olursa olsun insanlık tarihinde her birimizin hayatında yer etmiş, şaşkınlıklara, üzüntülere, mutluluklara, karın ağrılarına sebep olan bir olgudur tesadüf. Bu konuda pek çok farklı görüş mevcuttur. Bilim, din, tarih (birey gündelik tarihlerini de kapsayacak şekilde) ve felsefi bakış açılarına göre tesadüfün varlığı sorgulanabilir.
Modern zamanın hâkimiyle başlayalım sorgumuza. Bilimin ilerleyişi üzerinden tesadüfe baktığımızda, büyük bir çoğunluğun yaşamın kendisinin bir tesadüfler silsilesi olduğuna inandığını görürüz. Tabi bilim içinde inanç cümlesinin varlığı da ayrı bir konu olarak karşımıza çıkıyor. Şu anki konumuz bu olmadığından sadece sorunun varlığını tespit ederek geçiyorum.
Big Bang, Newton ve Elma, denize açılan yelkenlileri seyretmekte olan Galileo, bu inanışı benimseyenlerin size hemen verebilecekleri örneklerdendir. Ne var ki bilim adamının doğası bu düşünüşü sarsan bir niteliktedir.
Bilim adamı zorunluluk gereği gözlemci bir yapıya sahiptir. İşi ve amacı doğayı açıklamak, nesnel dünyayı indirgeyerek, anlaşılır kılmaktır. Bu sebeple de gözü hep dışarıdadır. Olan onu ilgilendirir ki olabileceği tahmin etsin. Kendinden önce yaşamış olanların başına gelmiş, sıradan olan, onun için oluşturacağı kuramın girişindeki kayaları temizleyen mucizevî bir olay olabilir. Size şunun garantisini verebilirim ki Newton’dan önce de binlerce kişinin kafasına da elma, armut, ayva, kaya hatta maymun bile düşmüştür. Galileo’dan önce de insanlar giden yelkenlilerin arkasından bakmıştır. Tesadüfî olanın gerçekleşmesi bir şeyi değiştirmez. Olan olayın mağduru ya da gözlemcisinin niteliği bilimdeki gelişmeyi getirir. Bilimsel olan zaten tesadüf ideasını çürütmek zorunluluğundadır. Bizler elmanın yer çekimi yüzünden ağaçtan düştüğünü, dünya yuvarlak olduğu için en son geminin yelken direğinin gözden kaybolduğunu artık biliyoruz. Atom çekirdeği içindeki proton ve nötronların hareketlerini açıklayamasak da tesadüfî olarak değil, henüz açıklayamadığımız bir düzenle hareket ettiğini biliyoruz. Son dönemde yapılan araştırmalar Big Bang kuramındaki tesadüfîliğin aslında nasıl bir düzen ve nedensellikle açıklanabileceğini araştırmakta. Öyleyse diye biliriz ki bilim tesadüf olgusunu kabul etmez. Tesadüf olan henüz açıklanamamış ya da görülememiş nedenselliğin bir ürünüdür.
Şimdi de bilimle her zaman sorun yaşamış olan bir alandan bu olguya bakalım. Dini yaklaşımda oluşturduğu sistemde tesadüfün varlığına yer vermemektedir. Hemen hemen tüm dinlerin ortak paydası olan “kader” anlayışı tesadüfî olanı reddeder. Çünkü tesadüf tanrısal iradenin önünde düşünülemez. Yaşanacak ya da olacak olanlar tanrının ya da tanrıların belirlediği şekilde olur. Sokrates’in Glaukon’a anlattığı genç asker Er’in hikâyesinden tutunda, ilahi dinler olarak kabul gören dinlerin öğretilerine kadar tesadüfle olan hiçbir şey yoktur. Tabi bunlar arasında yaşanacak olanın seçimini (yaşanacak olanlar her ikisinde de belirlidir) kimin yaptığı konusunda farklılıklar olsa da, bu konumuzun dışında irdelenmesi gereken başka bir düşüncedir.
Bilim ve dinin bir şekilde yok dediği tesadüfe ortaçağdan günümüze bu ikisi arasında kaldığı varsayılan felsefe, tesadüf olgusuna daha olumlu bir yaklaşım sergilemektedir. Zorunlulukların aksine bir durum gerçekleştiği takdirde bu ancak tesadüf ile açıklanabilir. Örneğin aynı olan iki kâğıt parçasını havadan bırakırsanız yer çekimi gereği düşecektir. Ancak beklenmedik bir rüzgâr çıkıp da kâğıdı uçurursa, o kâğıt yere düşmez. Öngörülemez olanın olması felsefi olarak tesadüfîdir. Zorunluluğu bozar. Tabi bu sadece bir yaklaşımdır. Felsefenin bu konuda olumlu ya da olumsuz pek çok söylemi vardır. Acaba düşünce ya da şu an bunları yazabiliyor olmam da mı bir tesadüfün sonucudur.
Kişisel tarihlerimiz de bizlere tesadüfün varlığını diretmektedir. Öyle ki gittiğiniz uzak bir ülkede uzun zamandır görmediğiniz bir arkadaşınızla karşılaşmak, son saniyede kendi yarı sahanızdan potaya fırlattığınız topla basket maçının kahramanı olmak, ruh eşinizle internette ya da trafik kazasında tanışmak bize tesadüfün olduğunu gösteren nitelikte örneklerden sadece bir kaçıdır. Tarihteki kişilere baktığımız zamanda günümüzü değiştiren pek çok olay tesadüfler sayesinde olmuş ve bizleri etkilemiş gibi görünmektedir. Yaşam tesadüfün varlığını insana pek çok kanıtla sunan bir kitap gibidir.
Başlangıçta sorduğumuz sorulara dönecek olursak, bu kısa araştırmamızda hala tesadüfün varlığına ya da yokluğuna dair kesin bir şey söyleyemiyor olduğumuz ortadadır. Ancak lehte ve ya aleyhte benimsenecek inançları bir kenara bırakırsak, bence tesadüf bilgisizliğin getirdiği sürpriz faktörü olarak da tanımlanabilir. Bir şeyler sadece olmuş olduğu için olmamaktadır. Hepsinin bir nedenselliği, nedenselliği yoksa bile tesadüfün yöneldiği öznenin dışında bir oluşu ve kendine has bilgisi vardır. Bu bilgiye sahip olan özne için tesadüf cereyan edemeyecektir. Tesadüf bir sonuçsa, yeterli bilgiye sahip olunarak bu sonuç öngörüle bilir. Ben yıllardır görmediğim arkadaşımın o süreçte ne yaptığından haberdar olsaydım, gittiğim yerde onunla karşılaşmak benim için tesadüfî bir durum olmayacaktı. Genç basketbolcu topu bir sahadan bir sahaya isabetli atmak için ne kadar güç gerektiğini, hangi açıyla atması gerektiğini hali hazırda bilseydi bu bir tesadüf olmayacaktı. Yinede bir insanın edinebileceği bilginin sınırlılığı göz önüne alınırsa tesadüfün varlığı da kabul edilmesi gereken bir zorunluluktur. Ta ki bizler evrenin tüm bilgilerine sahip oluncaya kadar.

23.07.2010
BURSA